Öne Çıkan Kültür Turları

En Sevilen Rotalar

Sizden Gelenler

Bugün kendisinin rehberliğinde “galata’da yahudi mirası” adlı tura katıldım. öncelikle çok bilgili ve başarılı bir rehber olduğunu belirtmeliyim. gerek verdiği bilgilerle, gerek anlattığı hikayelerle bize çok güzel bir tur yaşattı. turun ilk dakikasından son dakikasına kadar “iyi ki bu kültür benim ülkemin bir parçası” diye düşündüm, sonra şalom’daki “ne mutlu türküm diyene” yazısını okudum. kendisinin şu satırlarındaki barış ve huzur tınısı ancak ülkesini gerçekten ve içten çok seven birinin sesinde duyulabilir.

“şüphesiz bu coğrafya, içinde mutluluk kadar bir o kadar acıyı da barındırmıştır. asıl huzur bu acıların geride bırakılıp mutlu bir toplum yaratmakla olur. nihayet aynı topraktır bizi ölümde birleştirecek olan; peki o zaman neden bekleriz ki ölmeyi huzura ermek için… madem ki yaşıyoruz, yaşadığımız sürece mutlu olmaya, sağımızda solumuzda mutluluk yaratmaya bakmalıyız. mutluluk, bir yerde ve her yerde, hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir.” (6 mart 2013, şalom)

02.07.2018 00:09 iklim

Ekşi Sözlük

İstanbul’da yaşayan biri olarak Balat gibi semavi dinlerin bir arada olduğu bir semti tur rehberi eşliğinde gezmeyi tercih ettim. İyi ki de öyle yapmışım. 500.yıl müzesi etkinliğinde ve özellikle genç rehber Mois Gabay eşliğinde katıldığım Balat gezisi harikaydı. Kapısından içeri girmemin imkansız olduğu bazı sinagogların ve Fener Rum Lisesi’nin bahçesini gezebilmek büyük şans oldu. Kendi imkanlarımla gezerek göremeyeceğim, öğrenemeyeceğim farklı bir bakış açısıyla Balat’ı tanımak güzel bir deneyimdi. Balat, osmanlı imparatorluğu’nun farklı dinlerden, milletlerden oluştuğunu sokaklarında gezerken görebileceğiniz bir kapı, bir bina, bir duvar ile size anlatan bir semt öğle yemeği için Köfteci Namlı Usta iyi bir seçimdir. Kurufasulye-pilav ve turşu üçlüsü hem lezzetli hem uygundur. Çayınızı da Atölye Kafası adlı kafede içmenizi tavsiye ederim. Çay 4 lira ve lezzetliydi.umarım sizlere bayat çay denk gelmez. Ama kahve içeceğim derseniz Cumbalı Kahve bana pahalı geldi. 10 lira Türk kahvesi aklınızda bulunsun.

Balat Gezisi

#Istanbultukenmeden ile #moisgabay eşliğinde çok kıymetli bir gezi yaptım. Rehberimiz 500 yıllık İstanbullu bir ailenin yadigarı. Gönlünü İstanbul’a vermiş. Kendini bu güzellikleri, acısıyla tatlısıyla paylaşmak üzere anlatmaya vermiş. Dinlemeye doyum olmadı. Bende kalanlar ise… Öğrendiklerim yanında beni acıttı. İstiklal Caddesi bitmiş. Ruhunu kaybetmiş ve üzerinde hakkını vermek şöyle dursun, çirkin dükkanlarını alt üst etmek üzere amaçsızca dolaşan bir güruh akmakta. Öğrenciliğimizde tek yön gidip kültürümüzü artırdığımız, dönüşte görgümüzü artıracak hikayeleri ve ritüelleri ile örnek noktalarda karnımızı doyurduğumuz İstanbul’un kalbi istemeye istemeye atıyor gibiydi. AKM ise… boğazımın düğümlenip göz yaşlarımı basınçla dışarı iten bir etki yaptı. Barındırdığı tüm değerlerle, içi sapasağlam olmasına rağmen yıkılmıştı. Fransız Kültürün yanına tam da söz verildiği gibi cami yapılmış… Değerleri korumak, başkalarının değerlerinin yıkılmasını gerektirir mi? Birini var ederken diğerini yok etmek gerek mi? Veya ite kaka kendine yer açmak elzem mi? Güç… Zorbalıkla ezmek mi, yoksa yücelikle olanı güçlendirmek mi? O kadar ama o kadar üzüldüm ki gördüklerime. Tıpkı yaşarken yitirdiğim sevdiklerimin bana hisettirdiği gibi. Yaşarken ölümü hissetmek… #moisgabay ile #istanbultükenmeden gezin derim. Yoksa çok geç olacak.

RC 76 yani Robert Kolej sınıf arkadaşları ile çok güzel bir gün yaşadık. Sınıf arkadaşımız sevgili Roni Rodrigue önayak olup bize bir Balat-Fener turu organize etti. Bir ay öncesinden programı hazırlayıp gruba sundu ve 16 kişi biz varız dedi. Biz de onlardan biri idik Eşrefle birlikte. İyi ki varız demişiz. Ben geçen nisan-mayıs gibi Balat’a gidip sokaklarında gezmiş, çok beğenmiştim. Ama bilen birileri ile gezmek gibi olmuyor tabi. Sevgili rehberimiz Moiz Gabay müthiş bir bilgi birikimini aktardı bize gün boyunca. Ben onun anlattıklarını size burada anlatamam ama gördüğüm yerlerin kısacık bilgilerini ve resimlerini gösterebilirim. Her yeri daha detaylı öğrenmek isterseniz siz de Moiz Gabay’ın bir turuna katılın derim.

Tansi Yıldırımer

Dün katıldığım Kalimera Fener, Şalom Balat turunuz çok keyifliydi. Rehberliğiniz, ve tatlı tatlı anlatımlarınız ile geziyi ekstra güzelleştirdiniz. Teşekkür etmek istedim. İnşallah başka gezilerinize de katılmak kısmet olur.

Nihan

İstanbul’a Sahip Çık, Geçmişi ve Geleceği Keşfet!

Asırlar boyu her inanç ve milliyetten insanın yaşadığı şehrimizi hak ettiği gibi sahiplenip, koruyabilseydik bugün nasıl bir İstanbul’da yaşardık hiç düşündünüz mü? Yeni tapınaklarımız alışveriş merkezlerinin sosyalleşmemizi minimuma indirgediği, mahalle kültürünün, komşuluk ilişkilerinin, sabahları bir günaydın demenin bile tuhaf karşılandığı, kimsenin kimseyi tanıyamadığı bu yeni düzende “İstanbul Tükenmeden” sizlere bir çağrımız var.

Gelin hep birlikte “İstanbul Tükenmeden” şehrimizi sahiplenelim, koruyalım ve yaşatalım. Yaşadığımız şehri sahiplenmek onu doğru tanımakla başlar. İşte İstanbul aşığı olan bizler sizlere sadece keyifli bir gün geçirebileceğiniz bir gezi programı sunmuyor bundan da öte, ayak bastığımız her yerde o semtle özleşmiş karakterleri birebir tanıyıp, sohbet edebileceğimiz çok özel bir deneyim sunuyoruz. O yüzden “Biz Sadece Gezmiyoruz”. İstanbul’u sahiplenip, korumaya ve yaşatmaya duyarlı herkesi burada buluşmaya davet ediyoruz.

Blog Yazıları

By moisgabay

Neapolis Antik Kenti ve İgor Mitoraj’ın Eserleri Üzerine Bir İnceleme

Neapolis Arkeoloji Parkı, antik Siracusa’nın en önemli bölümlerinden biri olup, hem Yunan hem de Roma dönemlerine ait etkileyici kalıntıları barındırır. Neapolis kelimesi Yunanca’da “Yeni Şehir” anlamına gelir ve bu alan, Siracusa’nın antik çağlardaki en gelişmiş bölgelerinden biri olmuştur. Neapolis Arkeoloji Parkı’nda Öne Çıkan Yapılar 1.Yunan Tiyatrosu (Teatro Greco) • MÖ 5. yüzyılda inşa edilmiş ve dönemin en büyük taş tiyatrolarından biridir. • Tiran Hieron I döneminde önemli oyunlar sahnelenmiştir. Özellikle Aiskhylos gibi ünlü tragedya yazarlarının eserleri burada gösterilmiştir. • Günümüzde hala Yunan Tragedyaları Festivali gibi etkinlikler için kullanılmaktadır. • Kayaya oyulmuş olması sayesinde mükemmel bir akustiğe sahiptir. 2.Dionysos’un Kulağı (Orecchio di Dionisio) • Latomia del Paradiso adlı eski taş ocağında yer alan büyük bir mağaradır. • Michelangelo Merisi da Caravaggio (ünlü ressam Caravaggio) tarafından bu isim verilmiştir. • Yüksekliği yaklaşık 23 metre, uzunluğu 65 metredir. • İçinde oluşan yankı sayesinde efsaneye göre Tiran Dionysios burada mahkûmların konuşmalarını dinlemiştir. 3.Roma Amfitiyatrosu • MS 3. yüzyılda Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiştir. • Gladyatör dövüşleri ve hayvan avları için kullanılmıştır. • Oval yapısı, klasik Roma amfi tiyatrolarına benzer şekilde arenanın etrafını saran oturma alanlarına sahiptir. 4.Hieron II Sunağı (Ara di Ierone II) • MÖ 3. yüzyılda Tiran Hieron II tarafından inşa edilmiştir. • 200 metre uzunluğunda ve 20 metre genişliğindedir. • Devasa bir kurban sunağı olarak yüzlerce boğanın aynı anda adandığı düşünülmektedir. 5.Grotta dei Cordari • Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar ip ustaları tarafından çalışma alanı olarak kullanılmış büyük bir mağaradır. Neapolis’in Tarihî ve Kültürel Önemi • Antik Yunan ve Roma dönemi boyunca Siracusa, Akdeniz’in en güçlü şehirlerinden biri olmuştur. • Platon, Arşimet ve Aiskhylos gibi ünlü isimlerin bu şehirle bağlantıları vardır. • 2005 yılında Siracusa’nın tarihi merkezi ve Neapolis Arkeoloji Parkı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır. İgor Mitoraj (1944-2014) Igor Mitoraj, klasik heykel sanatından ilham alan fakat modern bir yorum katan ünlü bir Polonyalı heykeltıraştı. Bahsettiğin kelimeleri Mitoraj’ın sanat anlayışıyla şöyle ilişkilendirebiliriz: • Regard (Bakış/Gözler) → Mitoraj’ın heykellerinde sıkça yüzler görülür, ancak bu yüzler genellikle eksik, çatlak veya gözleri kapalıdır. Bu, insanın geçmişi, hafızası ve kırılganlığı üzerine derin bir anlam taşır. • Humanitas (İnsaniyet/İnsanlık) → Mitoraj, insan bedenini idealize eden Antik Yunan ve Roma sanatına göndermeler yapar ama bu bedenler çoğunlukla yaralı, eksik veya bandajlıdır. Bu da insanın mükemmel olmama hâlini ve zamanın etkisini simgeler. • Physis (Doğa/Fiziksel Form) → Sanatçının eserlerinde doğayla insan arasında bir etkileşim vardır. Heykelleri, bir yandan tanrısal bir güzelliği temsil ederken, diğer yandan bozulmuş, eskimiş ve doğa tarafından aşınmış gibi görünür. Bu da insan bedeninin ve varlığının geçiciliğine vurgu yapar. Mitoraj’ın eserlerinde bu üç kavram iç içe geçerek hem klasik sanatın hem de modern dünyanın insana bakışını sorgulayan etkileyici bir anlatım oluşturur. Igor Mitoraj’ın felsefesi, klasik heykel sanatının estetik anlayışını modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlamak üzerine kuruludur. Sanatında güzellik, çürüme, mitoloji ve insanın kırılganlığı gibi temalar ön plandadır. 1.Kırılgan Güzellik ve Zamansızlık Mitoraj, Antik Yunan ve Roma heykellerine benzer figürler yaratırken, bunları yarım kalmış, kırılmış, bandajlanmış veya gözleri kapalı şekilde tasvir eder. Bu, zamanın ve insan varlığının geçiciliğini vurgular. Ona göre insan bedeni kusursuz olduğu kadar kırılgandır. 2.Mitoloji ve İnsanlık Sanatçının birçok eseri Antik Yunan ve Roma mitolojisinden figürler taşır. İkarus, Eros, Mars, Venüs gibi tanrılar ve kahramanlar, Mitoraj’ın heykellerinde idealize edilmiş ancak eksik ya da yaralı halde görülür. Bu, hem mitlerin ölümsüzlüğünü hem de insanın faniliğini simgeler. 3.Maskeler ve Kimlik Mitoraj’ın heykellerinde yüzlerin bir kısmı eksik veya maskelenmiş olur. Bu, kimliğin belirsizliği ve insanın iç dünyasını saklama eğilimiyle ilgilidir. Maskeler, hem bir koruma hem de bir gizlenme aracı olarak sanatçının eserlerinde sıkça karşımıza çıkar. 4.Fiziksel ve Ruhsal Sınırlamalar Heykellerinde bandajlar, kırık uzuvlar veya parçalanmış bedenler görmek mümkündür. Bu, hem fiziksel acıyı hem de insanın ruhsal sınırlamalarını temsil eder. Mitoraj, insanların sadece bedensel değil, aynı zamanda psikolojik ve duygusal olarak da yaralı olduğunu anlatır. 5.Modern Dünyaya Eleştiri Sanatı sadece geçmişe değil, bugüne de bir eleştiridir. Endüstrileşen, hızla tüketen ve insanı unutan modern dünyaya karşı, sanatında bir “duruş” vardır. Ona göre insan, geçmişiyle ve mitleriyle bağını kaybettikçe yalnızlaşmaktadır. Mitoraj’ın felsefesi, “mükemmel ama kırılgan insan” fikri etrafında şekillenir. Heykelleri, hem güçlü hem de hüzünlüdür; hem zamansız bir güzelliği hem de varoluşun kaçınılmaz çürümesini yansıtır. Sanatıyla insan doğasının iki yönünü birden gösterir: Tanrısallık ve kırılganlık. Igor Mitoraj’ın “LO SGUARDO - Humanitas - Physis” başlıklı sergisi, 26 Mart 2024’ten 31 Ekim 2025’e kadar Sicilya’da, özellikle Siraküza’daki Neapolis Arkeoloji Parkı’nda ve diğer önemli mekânlarda sergilenmektedir.   Sergide yer alan 27 anıtsal heykel, sanatçının klasik estetiği modern yorumlarla harmanladığı eserlerdir. Bu heykeller, insanlık, doğa ve mitoloji temalarını derinlemesine işler. Sergide Öne Çıkan Bazı Heykeller ve Anlamları: 1.Ikaria (İkarya): Bu bronz heykel, Ortigia’daki Maniace Kalesi önünde sergilenmektedir. Yunan mitolojisinde, İkarus’un güneşe çok yaklaşıp kanatlarının erimesiyle denize düşmesi anlatılır. Mitoraj’ın “Ikaria” heykeli, kanatlarını kaybetmiş, başı öne eğik bir figürü tasvir eder. Bu, insanın sınırlarını zorlamasının ve bunun sonucunda yaşadığı düşüşün sembolüdür. 2.Teseo Screpolato (Çatlamış Theseus): Bu bronz eser, Etna Dağı’nda 1700 metre yükseklikte sergilenmektedir. Theseus, Yunan mitolojisinde Atina’nın efsanevi kralıdır. Heykeldeki çatlaklar, zamanın ve doğanın insan üzerindeki etkilerini, insanın kırılganlığını ve faniliğini simgeler. 3.Hermes: Mitoraj’ın “Hermes” heykeli, tanrıların habercisi olarak bilinen Hermes’i tasvir eder. Heykel, ışık ve karanlık, gökyüzü ve yeryüzü arasındaki geçişi simgeler. 4.Smyrna: Bu heykel, Eski Pers kültürel dönemine ve ışık ile karanlık arasındaki mücadeleye atıfta bulunur. Mitoraj’ın “Smyrna” eseri, bu zıtlıkları ve insanın içsel çatışmalarını yansıtır. 5.Büyük İkarya: Bu heykel, sergideki diğer eserlerle birlikte, insanın doğa ile olan ilişkisini ve içsel mücadelelerini yansıtır. Mitoraj’ın eserleri, klasik mitolojik figürleri modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlayarak, insanın doğa, zaman ve kendi içsel dünyasıyla olan ilişkisini derinlemesine ele alır. Her bir heykel, izleyiciyi kendi varoluşunu ve insanlık durumunu sorgulamaya davet eder. Venüs’ün doğuşu  Bu eser, sergi yolculuğunun başlangıcını simgeler; Latomia del Paradiso’nun girişine yerleştirilmiştir. 1950’lere kadar bu topraklar hâlâ özel mülkiyetti ve tıpkı bugün olduğu gibi narenciye bahçeleriyle ekiliydi. Eserdeki iki figür, Venüs’ün doğuşunu simgeleyerek içsel bir yeniden doğuşu ifade eder. Bu, insanlık (humanitas) ile doğa (physis) arasındaki ilişkiyi, yani insanın varoluş boyutu ile doğanın boyutu arasındaki dengeyi anlatır. “Venüs’ün Doğuşu”, ters çevrilmiş şekilde Igor Mitoraj’ın yüzünü gösterir; böylece sanatçı, bu ilk karşılaşmadan itibaren sergi boyunca sürecek yolculuğumuzun bir yol arkadaşı hâline gelir. “Venüs’ün Doğuşu”, bizi şekiller, renkler, kokular ve elementler aracılığıyla bir inisiyatik yolculuğa davet eder. Torco Croce (Haç Gövdesi) Yüzyıllar boyunca düşmanlara karşı ateşle saldırmak için kullanılan Rum ateşi’nin ve barutun temel bileşenlerinden biri olan güherçlenin (potasyum nitrat)  çıkarıldığı mağarada, sergi dev figürlerinden biriniTorso Croce’ yi (Haç Gövdesi) yerleştiriyor. Latomia del Paradiso’nun kalbinde, tutsaklık ve özgürlük arzusu, rüya ve gerçeklik arasında bir yolculuğa imkân tanıyan sergi güzergâhında, “Torso Croce”, Hristiyan sembolünün de ötesine geçen bir kefaret ve kurtuluş olasılığını temsil ediyor. Mitoraj, haçın bedenle bütünleşmesini, onun bir parçası haline gelmesini istiyor; insanlık için yapılan fedakârlığı, tarihi bir zorunluluğa, kaçınılmaz bir kadere dönüştürüyor. Bu, Humanitas (insanlık) ile Physis’i (doğa), insanın varoluşunu ve dünyanın harikasını uzlaştıran haç gövdedir. Devasa niş içindeki ışık ve gölge oyunları, daha büyük bir şeye olan inancın anlamını özetliyor: Işık, inanmak içindir; gölgeler ise şüphe etmek için. Grotte des Cordari  (Halatçılar Mağarası) Torco Croce’nin ruhaniyeti, bizi zamanın ve yaşamın anlamına götürür; Grotte des Cordari’de (Halatçılar Mağarası) varoluşun büyük sorularıyla yüzleşmemizi sağlar. Burası, sayısız nesil boyunca ustaların azmini ve bilgeliğini ölçmüş bir yerdir; bu sularda, günümüze kadar ulaşan çok eski bir teknikle halat yapımıyla meşgul olmuşlardır. Yüzyıllardır kadınlar ve erkekler, Zaman’ın suları üzerinde halatlar örerek, kendi ustalık dolu sadelikleriyle Zaman’ın bir sembolünü inşa etmişlerdir. İşte bu yüzden “Le Grand Sommeil” (Büyük Uyku) adlı eserin mavi tenli yüzleri, tam da bu uzun örülmüş halatlardır. Bakışları yatay bir çizgide, yani şimdiyi dokur; ve aynı zamanda dikey bir çizgide, yani öncesini ve sonrasını—geçmişi ve geleceği—örer. Halatçılar Mağarası, Zaman’ın Mabedine dönüşmüşken, “İkaro” ve “İkaria”, insanlığın erkek ve dişi yönlerini temsil eder. Onlar, kadın ve erkeğin çok yönlülüğünü, bize uzak gelen, çoğu zaman anlamadığımız, hatta korkup dışladığımız her şeyi simgeler: zamansal olarak bizden uzak olanı, coğrafi olarak bizden uzak olanı ve yaşam tarzı ya da seçimleriyle bizden farklı olanı. Daidalos  O, en efsanevi hapishanenin, Labirent’in inşacısıdır. Onun yaratıcısıdır ve onun mahkûmudur. Burada, Dionysos’un Kulağı’nın yanında duruyor; ki burası, devasa taş ocağının muazzam kemeri çökmeden önce karanlık ve korkunç bir hapishaneydi. Bu, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz hapishanelerin bir sembolüdür; kendimize bakışın, kendini bilmenin, güzelliği araştırmanın, yavaşlığın ve görünmezliğin değerini yitirdiği bir çağda. Eser, omzunda Mitoraj’ın yüzünü taşır; bu yüz, Kulağın girişini gözlemekte ve bizi cesaret etmeye, teslimiyete meydan okumaya ve zorlu girişle yüzleşmeye davet etmektedir. Kulağın kendisi Labirent’e dönüşür: İkarus’un kaçmaya çalışacağı hapishane. O, özgürlük mücadelesinin derin izlerini sergi boyunca bırakacaktır. Tindaros  Dionysos’un Kulağı, taş ocağının devasa kemeri çökmeden önce, hayal edilemeyecek kadar derin bir karanlığı barındırıyordu. Yüzyıllar boyunca bu karanlık içinde mahkûmlar ve taş ocağında çalışmaya ve orada ölmeye mahkûm edilmiş köleler hapsedildi. Sparta’nın efsanevi kralı Tindaros’un büyük yüzü, bu devasa kulağın kulak zarı haline gelir; dünyayı dinlemek, onun acısını ve umudunu anlamaya çalışmak için gerilmiş bir kulak gibi. Heykel, karanlıktan yükselerek, tıpkı İkarus gibi bu hapishaneden uçup gitmeyi hayal eden tüm kalabalıkların simgesine dönüşür. Burada seslerini, özgürlük hayallerini, emeklerini bırakmışlardır; ama aynı zamanda cesaretlerinin ve onurlarının izlerini de. Daidalos, sonunda kendisini de tutsak eden bir hapishanenin istemeden mimarı olurken, Tindaros, aşağılanmış ve yaralanmış ama asla yenilmemiş insanlığı temsil eder. Uyuyan Osiris Tindaros ve İkarus, defalarca hapsedilmiş olsalar da, uykunun içinde ruhlarını yeniden canlandırmaya ve ışığı yeniden görmeye çalışırlar. Osiris gözlerini kapatır ve rüyaya dönüşen bir uykuya teslim olur. Osiris’in uykusu, hayal gücünü, sanatı ve özgürlüğü doğurur. Osiris’in rüyası—Sanat ve Güzellik, insan varoluşunun sayısız hapishanesinden ve labirentlerinden kurtuluşu sağlar. Eros Bendato (Bağlı Gözlü Eros) Roma amfitiyatrosunun kenarında, İkarus’un uçuşuna zemin hazırlayan bir sahne kurulmuştur. Kayalara oyulmuş basamakların yer aldığı bu geniş alanda, yalnızca yüzler görünür. Eskiden burada bulunan büyük halkalar, İspanyollar tarafından kentin surlarını inşa etmek için sökülüp götürülmüştür. Eros’un gözleri bağlıdır, ancak aslında yüzü yere dayalıdır ve toprağı dinler. O, yüzyıllar boyunca süregelen sesler ve yankılar aracılığıyla görür; zamanın ve mekânın ötesinde dünyayı duyar. Eros, bize bu yerin ve tam da şu an onunla kurduğumuz ilişkinin hepimize ait olduğunu hatırlatır. O, herkesin ortak hikâyesini anlatan bir tanıktır. Mavi İkaros  Sergi boyunca, dünya hareket etti; sayısız şey oldu ve her kökenden, her kültürden insanlar geldi, ziyaret etti ve sonra ayrıldılar: heykelleri hayranlıkla incelediler, anıtları gezdiler ya da tiyatro gösterilerini izlediler, sonra evlerine döndüler ve günlük hayatlarına devam ettiler, onu nasıl almışlarsa öyle yaşadılar ve başkalarına aktaracaklardır. Güneş, hayali kanatlarını eritti ve bu dünyanın bir köşesinde, İkarus düştü ve öldü. Ama ne yazık ki insanlar ölür, fakat fikirler hayatta kalır, bu yüzden İkarus’un rüyası, belki başka hayatları, başka hikâyeleri ve başka uçuşları kurtaracak güçlü kanatlara sahip oldu. Büyük Uyuyan Baş  Büyük “Uyuyan Baş”, eskiden ölüler kültüne adanmış bir yerde bulunur, ancak tam olarak bilinç ve onurun olabilecek her türlü ölümüne karşı, bu baş, gerçek bir yaşam ve gerçek bir görüş gerçekleştirmenin bir meydan okumasını simgeler. İkarus, dünyanın sayısız İkarus ve İkaria’ları, bize bakışın değerini öğretmiştir. Bize, gözleri bağlı, başsız ya da gözsüz bedenlerin ötesinde, görmeyi aramamız gerektiğini önermişlerdir. Görünüşlerin, alışkanlıkların ve korkuların ötesinde. Ve işte böylece, bir mezarlıkta bulunan “Uyuyan Baş”, gerçek bir uyanış mesajı verir. Gerçek özgürlük, gören ve bu yüzden anlayandır.  

Devamını Oku

By moisgabay

Fransa’nın Büyüleyici Noel Köyleri: Masalsı Bir Kış Yolculuğu

Noel zamanlarında özellikle Orta Çağ’dan kalma köyleri ziyaret etmek, büyülü bir masal dünyasına adım atmak gibidir. Birbirinden yaratıcı kreş sahneleriyle süslenmiş sokaklar, el yapımı hediyelik eşyalarla dolu pazarlar ve her adım başı sıcak şarap, bretzel, tarte flambée, berawecka kokuları bu köyleri daha da özel kılar. Hadi gelin Fransa’nın Noel köylerine hep beraber bir göz atalım! 1. Strasbourg – Avrupa’nın Noel Başkenti Alsace bölgesinde yer alan Strasbourg, Avrupa’nın en eski ve en büyük Noel pazarlarından birine ev sahipliği yapar. Şehirdeki Grande Île bölgesi, ışıl ışıl süslemeleri ve tarihi yarı ahşap evleriyle adeta bir peri masalını andırır. Şehirde her sene en az 3 farklı Noel pazarı kurulmaktadır. Strasbourg'un en önemli yapılarından biri, şehrin tam kalbinde yer alan Strasbourg Notre-Dame Katedrali’dir. Gotik mimarinin en görkemli örneklerinden biri olan bu katedral, 142 metre yüksekliğiyle uzun yıllar Avrupa'nın en yüksek yapısı unvanını taşımıştır. İnce işçiliği ve devasa vitray pencereleriyle ve içindeki upuzun kreş sahnesi ile katedral Noel’de mutlaka görmeniz gereken yapılardan biri. Katedralin içinde bulunan astronomik saat, her gün saat 12:30'da özel bir gösteri sunarak büyük ilgi çeker. Strasbourg’a kadar gitmişken mutlaka en güzel Noel tatlıları yapan Christian pastanesine de uğramayı unutmayın. 1572’den beri varolan, nehir kenarındaki dericiler mahallesindeki Maison des Tanneurs isimli lokanta ve 1427’den günümüze ulaşmış Maison Kammerzell de mutlaka görülmeli. Strasbourg’da yine mutlaka yapmanızı önereceğimiz etkinliklerden biri de Ren Nehri’ndeki tekne turudur. Petite France bölgesinden geçen tekne turları, yarı ahşap evler, tarihi köprüler ve 17. yüzyıldan kalma binalarla çevrili romantik bir yolculuk sunar. Place Kléber’de devasa Noel ağacını görmek ve Christkindelsmärik pazarında dolaşmak da unutulmaz bir deneyim sunacaktır. Strasbourg kültürel ve edebi mirasıyla da dikkat çeker. Ünlü Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe, gençlik yıllarında Strasbourg Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almıştır. Şehirde geçirdiği zaman, onun edebi gelişiminde önemli bir rol oynamış ve özellikle Gotik mimariye olan ilgisini artırmıştır. Goethe, Strasbourg Notre-Dame Katedrali’nden büyük ölçüde etkilenmiş ve Gotik mimari üzerine yazılarında bu büyüleyici yapıya sıkça yer vermiştir. Şehir, onun sanatsal vizyonunu şekillendiren yerlerden biri olarak kabul edilir. Bunun yanında matbaanın mucidi ve Strasbourglu Johannes Gutenberg’e büyük bir saygı gösterisi olarak, şehir ismini taşıyan meydanda bir Gutenberg anıtına sahiptir. Bu anıt, Gutenberg’in matbaanın icadıyla dünya tarihine yaptığı katkıları kutlar. Son olarak Strasbourg Avrupa’nın siyasi merkezi olmasıyla da bilinir. Şehir, Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Oralara kadar gitmişken, hep adından söz edilen bu iki modern yapıyı da tekne gezisi veya yürüyerek keşfetmenizi öneririz.  2. Colmar – Masal Diyarı Strasbourg’a yakın konumda bulunan Colmar, pastel renkli evleri ve su kanallarıyla ünlüdür. Şehir aynı zamanda Amerika Özgürlük Anıtı’nı tasarlayan heykeltraş Frédéric Auguste Bartholdi’nin doğum yeri olmasıyla da gurur duyar. Noel zamanı kasaba, büyüleyici ışıklandırmalar ve el işi ürünleriyle donatılmış pazarıyla daha da çekici hale gelir. Colmar’ın dar sokaklarında gezerken sıcak şarap içmek ve geleneksel Alsace tatlarını denemek burada mutlaka yapılması gerekenler arasında. Kasabanın farklı bölgelerine kurulan altı ayrı Noel pazarı, her biri kendine özgü atmosferiyle ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunar. Bu pazarları gündüz olduğu gibi akşam ışıl ışıl halleriyle de görmenizi ve en az bir gece de Colmar’da konaklamanızı öneririz. La Maison des Têtes (Kafalar Evi), yine şehirde yer alan tarihi ve ikonik bir yapıdır. 1609 yılında tüccar Anton Burger tarafından inşa edilen bu bina, özellikle cephesinde yer alan 100’den fazla oyma kafa figürü ile ünlüdür. Maison Pfister, Colmar’daki bir başka ünlü tarihi binalardan biridir. 1537 yılında inşa edilen bu yapı, Rönesans mimarisinin etkilerini taşısa da hala Orta Çağ'ın atmosferini yansıtan bir ev olarak dikkat çeker.Noel pazarları sırasında bölgedeki fotoğraf noktalarından biridir. 3. Riquewihr – Zamanın Durduğu Kasaba Tarihi dokusunu koruyan Riquewihr, Orta Çağ’dan kalma yapıları ve taş sokaklarıyla Noel döneminde tam anlamıyla bir kış rüyasına dönüşür. Burası, şirin butikleri, yerel lezzetleri ve göz alıcı süslemeleriyle ziyaretçilerine benzersiz bir deneyim sunmaktadır. Upuzun bir caddeden oluşan kasabada kaybolmanız adeta imkansızdır. Mutlaka caddenin başına ve sonuna kadar gidip, önden de lokanta rezervasyonlarınızı yaptırmanızı öneririz. Noel pazarları zamanı her bir dükkânın önünde uzun sıralar oluşmaktadır. “Maison du Sorcière” Cadılar evi, bu binanın cadılıkla ilişkilendirilen hikayelerle özdeşleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Efsaneye göre, bu binada bir cadı yaşadığına ve burada karanlık büyüler yaptığına inanılırdı. Yine caddenin sonunda yer alan ve sadece Noel’e ait binlerce ürün satan mağazayı da alışveriş yapmasanız bile birbirinden renkli dekorasyonlarını görmeniz için ziyaret etmenizi öneririz. 4. Kaysersberg – Geleneksel Alsace Ruhunu Yaşatan Köy Alsace’ın bir diğer gözde kasabası Kaysersberg, Noel zamanı büyüleyici bir atmosfere bürünür. Bu kasabanın diğerlerine göre biraz daha büyük olmasından vesile buraya biraz daha uzun vakit ayırmanızı öneririz. Orta Çağ’dan kalma kalesi ve taş köprüsü, köyün tarihi dokusunu pekiştirirken, ışıl ışıl süslenmiş meydanları büyüleyici bir manzara sunar. El yapımı oyuncaklar, yöresel şaraplar ve Alsace mutfağından lezzetlerin bulunduğu Noel pazarları burayı ziyaret edenleri kendine hayran bırakır. Kasaba içerisinde gezinirken keyifli peynir tadımları yapacağınız adreslere de rastlamanız mümkündür. Özellikle akşam saatlerine doğru aşırı bir yoğunluk olacağını hesaba katarak hareket etmenizi öneririz. 5. Ribeauvillé – Ortaçağ Kıyafetleriyle gezinen insanların kasabası Kasaba, ziyaretçilerini geleneksel Alsace Noel kültürüyle karşılar. Duvarda asılı olan geleneksel Noel süslemeleri, el yapımı oyuncaklar, ahşap figürler, sıcak şarap kokusu ve çörek kokusu ile kasaba, kışın soğuk havasını bir nebze olsun ısıtır. Ribeauvillé kasabasında Orta çağ kıyafetleri giymiş insanlar görmek, özellikle Noel zamanında oldukça yaygın bir durumdur! Kasaba, her yıl Noel pazarları sırasında geleneksel bir Orta çağ atmosferi yaratmak için halk Orta çağ temalı kostümler giyerler. Burada çok keyifli fotoğraflar çekebilir, kendinizi bir şövalye gibi hissedebilirsiniz. Hesaplamalarını yine trafiğin yoğun olacağını düşünerek yapmanızı öneririz. 6. Eguisheim – Fransa’nın En Güzel Köylerinden Biri Eguisheim, Fransa’nın en güzel köylerinden biri olarak kabul edilir ve özellikle Noel zamanı bu güzelliğini ikiye katlar. Labirent gibi daracık sokaklarında dolaşırken kendinizi bir film setindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Küçük ama samimi Noel pazarı, geleneksel Alsace el sanatlarını ve gurme ürünlerini keşfetmek için harika bir fırsat sunar. Bu köyünde dairesel formu sizlere kolay ve keyifli bir deneyim sunacaktır. Köye geldiğinizde sadece ana caddede yürümek yerine, ortaçağdan kalma meslek örgütlerinin sembollerini taşıyan evleri görmenizi ve yöre halkının kendi emekleriyle süslediği evlerde de bol bol fotoğraf çekmenizi öneririz. Ayrıca Şarap yolu üzerinde de bulunan bu köyde kendinize şarap degüstasyonu da hediye edebilirsiniz. 7. Obernai : Alsace’ın Sakin Güzelliği Obernai, kökleri Orta Çağ’a dayanan bir kasaba olup, pek çok tarihi saray, kilise ve surlar ile çevrilidir. Kasaba, eski Alsace tarzı mimarisini en iyi şekilde koruyan yerlerden biridir ve zamanında Rönesans ile Gotik etkilerini bir arada barındırmıştır. Obernai’nin en göz alıcı yapılarından biri Saint-Pierre-et-Saint-Paul Kilisesi’dir. Gotik tarzda inşa edilen bu kilise, etkileyici mimarisi ve içindeki tarihi eserlerle dikkat çeker. Château du Haut-Koenigsbourg, Kara Orman Dağları'nın zirvesinde yer alan etkileyici bir kaledir. Sélestat kasabasının yakınında bulunan bu kale, Renaissance dönemi ve Ortaçağ mimarisinin mükemmel bir örneğidir ve bölgenin en ünlü turistik noktalarından biridir. Kale, 17. yüzyılda terk edilmiş ve zamanla harabe haline gelmiştir. Ancak 19. yüzyılda, Alman İmparatoru II. Wilhelm, kaleyi restore ettirerek ona yeni bir hayat vermiştir. Haut-Koenigsbourg Kalesi, sadece mimarisiyle değil, çevresindeki doğal güzelliklerle de ünlüdür. Orman Dağları’nın yeşil manzarasında kulelerinden keyifli fotoğraflar çekebilir ve yeşile doyabilirsiniz. Fransa’nın Noel Köylerini Ziyaret Etmek İçin En İyi Zaman Fransa’daki Noel pazarları genellikle Kasım ayının son haftasından itibaren açılır ve Aralık sonuna kadar devam eder. Bu dönemde köyler ışıklandırmalarla süslenir ve birçok geleneksel etkinlik düzenlenir. Noel pazarlarının en yoğun zamanı genellikle Aralık ayının ilk üç haftasıdır, bu yüzden ziyaretinizi buna göre planlamak faydalı olacaktır. Programlanmış bir kültür turu ile gitmiyorsanız otellerinizi erkenden rezerve etmeyi ve eş zamanlı olarak araba kiralarken bu döneme özel otopark ve lokanta rezervasyonlarınızı da yapmayı unutmayın! Bu yıl, Fransa’nın bu masalsı köylerinden birinde kendinizi bir Noel masalının içinde bulmaya ne dersiniz? Tarihi dokuları, ışıl ışıl süslemeleri ve sıcacık atmosferleriyle bu köyler, unutulmaz bir kış tatili vadediyor. Eğer Avrupa’da gerçek bir Noel ruhu yaşamak istiyorsanız, Alsace ve çevresindeki bu köyler tam size göre! Noel Pazarlarına Nasıl Gitmeli ? Bizim önerimiz genellikle Basel havalimanı üzerinden gidilip dönülmesidir. Bilindiği üzere bu havalimanında 3 ayrı ülkeye çıkış kapısı bulunmakta ve sizler Fransa çıkışından çıkmanızı öneririz. Colmar ve Strasbourg Konaklama Önerileri Colmar Hotel Le Colombier – mümkünse ana binada konaklamanızı öneririz. Strasbourg  Hotel Diana Dauphine 4* Hotel Best Western Plus Monopole Metropole 4* Bölgede yemek önerileri Strasbourg’ta Le Gruber ve Maison des Tanneurs Obernai  La halle aux blés Riquewihr  Au Cerf veya Le Relais du Riquewihr Flanörler için 3 gecelik örnek program: 1. Gün Basel iniş sonrası Equishem Obernai Colmar ve geceleme Colmar’da 2. Gün Château du Haut-Koenigsbourg ziyareti Riquewihr Konaklama Strasbourg 3. Gün Strasbourg şehir gezisi Petite France bölgesi ve tekne gezisi Kaysersberg Ribeauvillé 4. Gün Strasbourg’da alışveriş ve bit pazarı  

Devamını Oku

By Anet Pase

Yazarların İzinden Yel Değirmeni, Kadıköy ve Moda

Birçok yazarın satırlarına konu olan Yeldeğirmeni, Kadıköy ve Moda’nın sokaklarında yaşanmışları bir kez daha hatırladık… Kaynak : Şalom Gazetesi Yazar : Anet Pase 30 Mayıs 2018 Bir BTS (Bir Tutkudur Seyahat Gezi Grubu) şehir gezisi yaptık. “İstanbul’da yaşıyoruz. İstanbul’u tanıyor muyuz?” mottosu ile düştük yollara. Hava soğuk. Yıl 2017. Aylardan kasım. Dostlar bir arada, sohbet koyu olunca değmeyin keyfimize. Rehberimiz de var bugün. Mois Gabay. Yeldeğirmeni’nden başlayarak, Kadıköy ve Moda’yı birlikte gezdik. Biz ondan çok şey öğrendik. O da bizden. BTS gurubundaki arkadaşların bir kısmının çocukluğu Yeldeğirmeni, Kadıköy ve Moda sokaklarında geçmiş. Rehberimiz anlatır, arkadaşlar anıları ile süsler. Böylece yokuşlar düz, yollar kolay gelir. Hele yola Yeldeğirmeni’ndeki meşhur simit fırınından alınmış kıtır kıtır, dumanı üstünde simitler eklenince anlatılanlara da yetişmek zor olur. Olsun, biz birbirimizi bekler, eksiğimizi bir şekilde tamamlarız. Bana göre şehirleri canlandıran, binalara hayat veren insanlar. O binalar yaşam varsa güzel. İçindekiler, yaşanmışlıklar orayı ya çirkinleştiriyor ya da güzelleştiriyor. Anılar, sokakların, merdiven boşluklarının, pencere pervazlarının ruhu. Bir yeri gezerken orada kimler yaşamış? Neye üzülmüşler? Neye sevinmişler diye düşünürüm. Bu nedenle de gezdiğim yerlerle ilgili kitapları okumak, yazarların deneyimlerinin izinde etrafı gözlemlemek ya da rehberle gezmek, rehberlerin biriktirdikleri bilgi deryasına bir nebze tutunmak hoşuma gidiyor. Kadıköy, Cumhuriyet dönemi yazarlarının satırlarında da can buluyor. Ahmet Haşim, Nazım Hikmet Ran, Sait Faik Abasıyanık eserleri ile bize bu semtlerden insan manzaraları taşıyor. Arif Atılgan’ın ‘Evvel Zaman İçinden Yel değirmeni’ kitabı semti anlatan iyi bir kaynak. (K-İletişim Yayınları) Haydarpaşa bir çayırlıkmış Mois Gabay’ın anlatımı ile Haydarpaşa, askerlerin talim yeri olan bir çayırlıkmış. Sultanların kızlarının konakları burada yer alırmış. Sultan kızlarının da dışarısı ile bağlantısını sağlayan Kira denilen Yahudi kadınlar onlara paha biçilmez güzel kumaşlarını taşırken zaman içinde Yahudiler buraya yerleşmeye başlamış. 15. ve 16. yüzyılda bahçeli köşklerle dolu yerleşim alanlarında Sultan I Abdülhamit (1774- 1789), tarafından ordunun un ihtiyacını karşılamak için yapılan dört adet yel değirmeni semte bugünkü adını vermiş. II. Abdülhamit’in sünnet töreni bile bu çayırlıkta yapılmış. 19. yüzyıl sonunda, Haydarpaşa çayırlığının insan ve mal taşımacılığının merkezi konumuna gelmesi ile 30 Mayıs 1906 yılında başlanan gar inşaatı, Ağustos 1908’de bitirilmiş. Çayırlık da kareli bir sokak planı gözetilerek, parsellenmiş, kagir apartmanlar inşa edilmiş. Yeldeğirmeni ve Rıhtım bölgesinde Türkler, Yeldeğirmeni tarafında Yahudiler, sahilden yukarı çıkan sokaklarda Ermeniler, Rumlar ve Levantenler oturmaya başlamış. Aslında garın inşaatından önce, 1872 Kuzguncuk Dağhamamı’nda çıkan yangınla, Yahudi nüfusun bu bölgeye göçü, başlamış. Bu bölgedeki en büyük apartmanlardan, bir İtalyan’a ait Valpreda Apartmanı idi. Batı mimarisi üslubunda inşa edilmiş binanın, üst katları Haydarpaşa Kadıköy koyunun her tarafına hâkim bir konumda, yanındaki binalara oranla muhteşem büyüklükte güzel bir yapı. Rehberimizin anlatımına göre, buradaki binalar Haydarpaşa Garı’nın yapımı için gelen mimar ve mühendislere de konut olarak inşa edilmiş. Haydarpaşa Garında kullanılan tuğlalar buranın yapımında da kullanılmış. Hatta binaların bir kısmının altında gara kadar uzanan dehlizler varmış. Yine güzel bir bina olan Levi Kehribarcı ailesine ait 1909’da inşa edilen Kehribarcı apartmanı günümüz yazarlarından Mario Levi’nin ikameti olmuş. Nüfus gittikçe artmış. Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Almanlar, okul ihtiyaçları, ibadet yerleri ihtiyaçları arttıkça semt şekillenmeye, dokusunu örmeye başlamış. Barış Manço'nun evi 3 Eylül 1899’da Yeldeğirmeni’nde ibadete açılan sinagog, yapımına destek veren Padişah II. Abdülhamit’e minnet anlamında Kadıköy Hemdat İsrael Sinagogu adını almış. www.turkyahudileri.com/index.php/tr Şimdi Osman Gazi İlkokulu olan bina Bağdat demiryolunda çalışan Almanlar için okul olarak açılmış. Okulun tarihçesine http://kadikoyosmangaziio.meb.k12.tr/meb_iys_dosyalar adresinden ulaşabilirsiniz. Fransız rahibeleri için Sainte Marie du Rosaire Klisesi, bugün Kadıköy Belediyesi tarafından restore edilip sanatseverlerle paylaşılan muhteşem şirin, yaşayan canlı tertemiz bir bina. Yeldeğirmeni Sanat adı ile ayakta. Şimdi Kemal Atatürk Ortaokulu olan bina Ermeniler tarafından Sainte Euphemie Kız Okulu olarak inşa edilmiş. Fransız rahipler için inşa edilen Saint Louise İlkokulu şimdi yetimhane olarak kullanılıyor. Güvenlik nedeni ile içeri kimse alınmıyor. Bahçesinde çocukların keyifle top oynadıklarını seyretmek yine de güzel. Rüzgar Ceyda Alpak’ın Yeldeğirmeni Öyküleri kitabı Yeldiğermeni’nin ruhunu dillendirmiş. Sayfalarında Demirciyan, Menaşe, Valpreda, Ekşioğlu apartmanlarını, yaşayanlarının öykülerini bulursunuz. Ayrılık Çeşmesini, bir yanında 200 yıllık Osmanlı Mezarlığı, bir yanı Paris sokağını… Agop, Terzi Salamon, bekçi Selo, kunduracı Yorgo, Ahmet Abi, Ester Teyze, Yosef, David, Marry, Rojda o pencerelerden yeniden bakacak, gidenlere el sallayacak gibi canlanıverir gözünüzde. Melisa Gürpınar’ın “Çamlıca’dan Yeldeğirmeni’ne Rüzgarın Peşinde” kitabı İstanbul’un kırk semti, kırk farklı edebiyatçı yazar projesi kapsamında kaleme alındı. Bu kitap da insan tiplerini, atmosferi, gecesini gündüzünü bizimle paylaşıyor. Kadıköy’ün çarşısında gezindik Gezimiz Yeldeğirmeni’nde bitmedi. Bu doyulmaz güzel semt, karnımızı da acıktırdı. Kadıköy’ün muazzam bir çarşısı var. Canlı, yaşayan, gürültülü. Balık kokuları, kıvırcık marulların, yemyeşil rokaların kokusuna karışıyor. Bir yanda közde kahve pişiyor, bir yanda pişen yemeklerin dumanı başımızı alıyor. ‘Çiya’ buranın eski ve yöresel yemekler pişiren lokantalarından biri. Çevreye dağılıp herkes gönlüne göre bir şeyler atıştırıveriyor. Geç kalmamalıyız daha gezecek koca bir semt var. Moda. Ama öncesinde III. Mustafa Osmanağa Camii, Bahariye sokakları, Süreyya Operası, Assumption Fransız Katolik Kilisesi (Bu kilise bölgenin en büyük kilisesi). Kilise hala aktif durumda. Cumartesi günleri Türkçe, diğer günler Türkçe ve Fransızca ayinler düzenleniyor. Zarif ve çok bakımlı güzel bir bina. Son durağımız Moda Ve ulaştık Moda’ya. Ayaklarımız yorulmuş. Yüzümüz kızarmış. Koço Lokantasının altındaki Aya Katerina Ayazması bize ilaç gibi geliyor. Aslında bu semtleri ayrı günlerde gezmek doya doya sindirmek lazım. Moda kısmını gezerken çabuk geçmemize, güne sığdıramadığımıza çok üzüldüm. Ama iyi ki İzel Rozental’in Moda Sevgilim “Yeniden” kitabı imdadıma yetişti. Sokakları hızlıca turlarken İzel Rozental zihnime rehber oldu. Moda turu düşünceniz varsa gitmeden okuyun. Yanınıza alın. İzel Rozental’in anıları gibi gözüken kitap aslında bir semti tutkuyla sevmenin kitabı. Çocukluğundan beri merak ettiği bu semte bağlanmanın, orada okula gitmenin, aşık olmanın, çocuk sahibi olmanın izlerini bizimle paylaşırken, uzun yıllar Moda’da yaşayanları, halen ikamet edenleri veya ayrılmak zorunda kalanları anlatıyor. Bir semti yaşanır, sevilir, özlenir kılanın coğrafyasından öte insanları olduğunu anlatıyor kitaplar. Ancak Moda’nın günbatımı hepsinden öte bir özlem. Kitapla, önünden hızlıca geçtiğim binalar canlandı, değer kazandı. 6-7 Eylül olayları nedeni ile semti terk edenlerin, Lukas’ın hikâyesini okudum. Tula teyze’yi gözüm aradı sanki Moda İskelesinde. Çocukluğumun dolmuşlarını, Moda Plajını, bizi haftada bir gün mutlaka o plaja, tramvaya bindirip getiren annemi andım. Moda’nın sokaklarını arkadaşlarımla gezerken ‘Bıyık Veli’yi düşündüm. Onun vefakarlığını, adamlığını semt konaklarında yaşayanların güvenine mazhar olmasını takdir ettim. Liz Hanım sanki birdenbire bir apartmandan çıkıp hızlıca yüksek ökçeleri ile bize katılacak gibi geldi. Şıklığı kibarlığı ve kolunda çantası ile. Moda tarihini rehberimiz Mois Gabay’dan dinlerken, semte bir dönem hayat verenler, İzel Rozental’in satırlarında canlanıyor, anlam buluyordu. Kayınpederi Daryo’nun izinde bir devri duyumsamak inanılmaz. Yeni Moda Eczanesi, Ali Usta Dondurmacısı semtin unutulmazları. Kadıköy Kız Lisesi’nin değişimine tanık olmak, Modalılar için üzücü bir süreç olsa gerek. Asıl adı ile Mermer Konak. O ne ihtişam. Moda’ya ilk yerleşen Türk aile, Mahmut Muhtar Paşa. Şebeke suyunu konağa kadar getirtmiş. Bahçesine kurdurduğu jeneratörle konağı aydınlatmış. İçinde merkezi ısıtma sistemi bile varmış. İ. Rozental’in kitabında hem Mermer Köşk’ün, hem sahiplerinin hüzünlü hikayesine tanık oluyorsunuz. Assumption kilisesi Basamaklarında fotoğraf çektirirken belki artık yorulduğumuzdan mıdır nedir tarihine pek kulak veremesem de edebiyat dilinden okumak bir başka keyif. Soğuk bir kasım akşamında kalabalık bir grup olarak merdivenlerinde fotoğraf çektirdiğimiz bu köşkte Prenses Nimet’in ihtişamlı yaşamını düşündüm. Hele Sakıp Sabancı’nın muhteşem Atlı Köşküne adını veren at heykelinin bu köşkün bahçesindeki heykellerden sadece biri olduğunu öğrendiğimde, bakımsız, ruhsuz kalan bu konak gözüme pek bir zavallı geldi. Yine bir Moda tutkunu Lakme Hanım’ın hikâyesini okuduğumda gözümden bir damla yaş döküldü. Onu aradım sosyal medya sayfalarında. İçim bir daha kanadı. Cemil Cem’in, Haldun Taner’in, Mimar Ferit Tek’in, Barış Manço’nun, izlerini sürdüm. Barış Manço’nun bugün müze olarak kullanılan evini gezerken, çocuklarımı büyüttüğüm, televizyon karşısına oturup “Adam Olacak Çocuk” programını seyrettiğimiz dönemi düşündüm. Arkadaşlarımla hafifçe şarkılarını mırıldandık. Sarıca Konağı’nın önünden hızlıca geçtik. Akşam olmuştu. Vapura yetişmemiz lazımdı. Ama benim içim rahattı. Bir piyano tanrıçasının, Ayşegül Sarıca’nın yaşamı benim avuçlarımın arasındaki kitaptaydı. Kocaman, biraz bakımsız konağın pencerelerinden süzülen sarı ışıkta sanki piyanosunun başından kalkıp caddeye kafasını uzatacak, bize el sallayacakmış gibi geldi. Kitabın sonunda yine tanıdık birine rastlamak da benim için sürpriz oldu. Şalom Gazete’sinden tanıdığım Berken Döner. Onu zaman zaman görür ve yazılarını okurum. Berken de, İzel gibi Moda’da doğmadı. Ancak bir hamur mayası misali o dokuyla yoğrulup, karışarak, Modalı olanlardan. Ve daha uzun yıllar Modalı olacağı belli. Bugün İzel Rozental’i tanımanın gururunu taşıyorum. Onu, kalemini, kaleminden akan çizgileri takip ediyorum ve her daim bir daha hayran kalıyorum. Bol gezmeli, bol okumalı güzel günler diliyorum. Teşekkürler dostlar, teşekkürler Mois Gabay ve teşekkürler bizi bize anlatan tüm yazarlar.

Devamını Oku

By moisgabay

Osmanlı’dan Günümüze Rakı Adabı ve Meyhaneler Üzerine Bir Söyleşi…

Meyir Petilon – Mois Gabay Sizlerle bu yazımızda geçtiğimiz haftalarda Meyir Petilon ve Mois Gabay’ın yapmış olduğu rakı adabı meyhaneler söyleşisinden kesitler sunmaktayız. Keyifli okumalar dileriz…. 1-Geleneksel meyhanelerimizin dünü ve bugünü, Bizans’tan günümüze meyhane kültürü İstanbul’da kurulan en eski meyhanelerin Galata’da olduğu hatta kuşatma dönemlerinde surların dibine askerlere güç vermek için derme çatma meyhaneler kurulduğunu biliyoruz. Evliya Çelebi Tahtakale, Galata, Eyüp, Üsküdar kadılıkları içinde 1,000’den fazla meyhanenin faaliyet gösterdiğini, bu meyhanelerde çalışanların sayısının 6,000’i bulunduğunu Seyahatnamesinde yazmıştır. Meyhanelerin bulunduğu başlıca semtler: Aksaray, Langa, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere, Kuzguncuk, Çengelköy ve Kadıköy'dür. Bu semtlerin tümü İstanbul’un gayrimüslim nüfusunun yoğun olduğu semtlerdir ve meyhanecilik o dönemlerde kural olarak Gayrimüslimlerin işidir. O dönem meyhaneleri üç ana sınıfta ele alabiliriz. Gedikli – Koltuk ve Ayaklı meyhane. Gedikli meyhaneler sık sık ziyaret edildiği için gediklisi olmuş veya resmi çalışma iznini almış meyhaneler olarak düşünebiliriz. Osmanlı’da her meslek grubunun olduğu gibi meyhanelerin de bir loncası bulunmaktaydı. Hatta Gedikli meyhaneler de kendi içlerinde küplü meyhaneler, gemici meyhaneleri, kebir meyhaneleri gibi sınıflara ayrılmaktaydı. Koltuk meyhaneleri ise müdavimlerinin genellikle yoksul kesimin oluşturduğu, aslında bakkal, manav, turşucu gibi içki satma ruhsatı olmayan dükkanların gizli bir köşesinde kurulmuş meyhanelerdi. Hatta dışarda içki içtiğinin görülmesini istemeyen kimi memur ve kâtip takımı da bu meyhanelerin müdavimiydi. Ayaklı meyhaneleri de çoğunlukla seyyar içki satıcıları olarak tanımlayabiliriz. Dükkânı, tezgâhı, fıçısı, ustası ve sakisi kendileriydi. Omuzlarında bir peşkir, bellerinde koyun bağırsağı sarılı, sırtlarında cübbe ve içi kadeh dolu halleriyle, Bahçekapı ve Galata civarında kendilerini belli ederlerdi. Müdavimleri genellikle yalın ayaklı kayıkçılar, hammallar, uşaklar ve yanaşmalardı. Rakı yaklaşık 300 yıl kadar önce Irak'ta yapılmaya başlandığından Iraki olarak adlandırıldığı gibi, üzüm suyunun damıtılmasından elde edildiğinden ter anlamına gelen arak olarak da isimlendirilmiştir. Osmanlı döneminde rakı esnafına arakçıyan, işçilere de araknuş denmiştir. Ülkemizde Osmanlı döneminde yapılmaya başlanan rakı genellikle, Yahudi, Ermeni ve Rumlar tarafından imal edilmiştir. Özellikle gedikli meyhaneler bir ustanın idaresinde işletilir, bu ustaya meyhaneci ustası denirdi. Zamanla meyhane ustalarına İtalyanca sakallı dede anlamına gelen Barba denmeye başlandı. Barbaların kalendermeşrep, hoşgörü sahibi, bununla birlikte gereğinde otoriter ve sert kişiler oldukları görüldü. Meyhanede yiyecek içecek servisini sakiler yaparken, ortacı hizmetkarlara ve barbalara miço denilen küçük yaşta oğlan çocukları yardım ederdi. Yiyecek içecek tezgahının başındakilere tezgahçı yada mastori tabiri kullanılırdı. Yemekleri aşçı hazırlar, aşçının bir de yamağı bulunurdu. Gedikli meyhanelerde, sofraya şamdan getiren ve müşterilerin çubuklarına ateş koyan meyhane uşaklarına da ateşçi ya da ateşoğlanı veya pedimu denirdi. Meyhanelerdeki bir diğer hizmetkar grubu da tavşanoğlanlar ve köçekler olup rakkas olarak görev yaparlardı. Sakiler çoğunlukla efemine tipli genç ve güzel oğlanlardan seçilir, bunların temizliklerine ve kıyafetlerine büyük özen gösterilirdi. Sakinin güzel yüzlü, güzel huylu, boyu posu yerinde olması istenirdi. Osmanlı döneminde meyhaneleri konu alan şiirlerde özellikle sakiler için nice sakiname yazılmıştır. Sakiler özellikle Sakız Adalı Rum ile Ermeni ve Kıpti gençlerden seçilirdi. İyi bir barba müşterisini ismi ile tanır ve gece sonunda ne yiyip ne içtiğinin hesabını tutmaya gerek kalmadan misafirinin ekonomik durumuna göre bir hesabı önüne koyardı. 19.yüzyıla geldiğimizde ise artık kadının yeri olmayan meyhanelerin yerini özellikle batı tarzından Paris’teki ‘Folies Berger’i andıran modern alafranga eğlence yerlerinin tepebaşı ve çevresinde aldığını biliyoruz O döneme kadar sadece oturak alemlerinde görülen kadının yerini lüks oteller, kafeşantanlar ve kabarelerle küçük bir Paris almıştı. İşte bu dönemde 2.Abdülhamit’in baş mabeyincisi Sarıca Ragıp Paşa Tekirdağ yolu üzerinde Umurca çiftliğini ve Denizkızı (Bozcaada) rakısı üretilmekteydi. Dönemin bir diğer markası da Üzüm Kızı rakısıydı. Rakı milli mücadele döneminde yasaklı olmasına rağmen özellikle Bolşeviklerden kaçıp gelen 300 bin Rus’un da etkisiyle rakı Beyoğlu kültüründe o dönem bin bir rezillikle devam etmiştir. Atatürk’ün en sevdiği rakılar Bilecik ve Dimitrikopulo rakılarıdır. Ayrıca kulüp rakısının hiç değişmeyen etiketinde de oturan 2 kişinin kim oldukları hep tartışılsa da aslen Lebon’da demlenen İhap Hulusi, Ahmet Haşim, Mithat Cemal, Yahya Kemal veya Yusuf Ziya Ortaç’tan biri olması kuvvetle muhtemeldir. Rakının milli içkimiz olmasına Rum dostlarımızın büyük katkısı vardır. Ancak rakı hem rakı adabı ve de karakteristik özellikleri ile çipuro ve Uzo’dan ayrılır. 1-) Rakı ile uygun meze çeşitleri nelerdir? Eski zamanlarda bugünkü gibi sofranıza bir tepside getirilen çeşit çeşit mezeler yoktu. Rakının yanında servis edilen hatta ayak üstü verilen mezeler sadece leblebi, lahana turşusu, yaprağı, havuç dilimleri idi.  Dolayısı ile rakı sofrası için söylenen “meze sohbet aracıdır, rakı sofrasında amaç doymak değildir” algısı bu eski kültürden geliyor olabilir. Ancak takdir edersiniz ki, bugün önümüze sunulan çeşit çeşit mezeler rakı soframızın neredeyse vazgeçilmez ana yemekleri haline gelmiştir. Mezenin sofrada varlığı, rakının yavaş yavaş içilmesini sağladığı için önemlidir ama rakının keyfini de mezeler sayesinde çıktığını unutmamak gerek. Öyle ki, gerek edeb-erkan bilmezlik, gerek patırtı ve kavganın eksik olmadığı meze sofralarında, mezeler tek başlarına kalender ve derin sohbetlerin çeşnisi olmuştur. Baktığımızda, bu içki ve mezenin birlikte arz-ı endam ettiği en önemli yerler ise meyhanelerdir. Meyhaneler kendi jargonuyla daima ayrı bir alemin simgesi olmuştur. Çünkü her ne kadar meyhaneler yerini içkili lokantalara bırakmış olsa da ve bunlar da meyhane olarak adlandırılsa da içkinin yanında sadece meze veren yerdir meyhaneler. Ve buradaki meze de doyumluk değil tadımlıktır. Bizler meze anlamında da çok zengin bir coğrafyadayız. O önümüze sunulan tepside bulunan çeşit çeşit mezelerden bazıları haydari, acılı ezme, şakşuka ve humustur. Benim rakı ile en çok yakıştırdıklarım ise haydari, patlıcan ezme ve levrek marin’dir. 2-) Rakıya neden aslan sütü de denilmektedir? Rakının en güzel içildiği yerlerden biri ise İzmir’deki ‘Anastapoulos” kardeşlerin şimdiki Bornova Caddesi’nde bulunan meyhanesiydi. Eski rakı fıçılarının üzerinde ailenin amblemi olan bir aslan vardı. İzmirliler o gün bu gündür rakıya “Aslan sütü” derler. İzmir meyhanelerinde; Taze balıklar, siyah ve sarı havyar, Gelibolu sardalyesi, Trilye zeytini, balık yumurtası, türlü peynirler ve meyveler rakı sofralarında meze edilmekteydi. Bir rivayete göre de rakının çok açık saf bir rengi vardır ama su ile karıştırıldığında sütümsü bir renk alır. Bu yüzden de aslan sütü olarak da anılmaktadır. 3-) Çilingir sofrası deyimi nereden gelmektedir? Kimisi tarihimizden Osmanlı Dönemi’ne dayandırır, kimisi ise Moğollara. Açıkçası bu tabir ile ilgili çokça rivayet de bulunmaktadır. Bir rivayete göre sofranın çilingir sofrası olabilmesi için herhangi bir içki değil, o sofrada rakı olması gerekir. Bu sebeple, rakı sofraları çilingir sofrası olarak anılmaktadır. Bir diğer rivayete göre Rakı masasına oturan insan şişeyi boşalttıkça daha çok konuşmaya, içinde kendisiyle ilgili sırları tek tek anlatmaya başlarmış. İçindeki bu gizli kapılar açıldıkça da maskeler atılır, herkes kendi olurmuş. Bu çilingir marifeti de sofraya adını vererek çilingir sofrasını oluştururmuş. Öyle ki, Osmanlı döneminde, imparatorluğun önemli ve mevki sahibi devlet ve ticaret adamları yanlarında çalıştıracağı elemanları işe almadan önce rakı sofrasına oturturlarmış. Bu sayede alkolün de etkisiyle kişiliği ve insanlığı hakkında bilgi sahibi oldukları elemanı, yanlarında çalıştırıp çalıştırmayacaklarına karar verirlermiş. Rakı, sofranın çiligiri olurmuş. Çok kıymetli bir sözcük olacak ki “Çilingir Sofrası” Kelimesi Türk Dil Kurumu sözlüğüne bile; Üzerine meze ve içki konmuş tepsi, küçük içki sofrası olarak girmiştir. O zaman, Haydi Abbas vakit tamam / Akşam diyordun, işte oldu akşam / Kur bakalım çilingir soframızı / Dinsin artık bu kalp ağrısı 4-) En iyi rakı ikilisi hangisidir ? Bu sorunun yanıtını vermeden önce rakı sofralarının ünlü bir alıntısını da sizler ile paylaşmak isterim. Eski dönemlerde bir paşa’nın yaveri paşa’nın sek rakı içtiğini bilerek sofrasına servis edermiş. Bir gün bu yaver değişmiş. Paşa rakı servis edilmesini istediği vakit yaver rakı üzerine suyu tam katarken Paşa yaver’i durdurmuş ve Yaver’e demiş ki “Helal ile haram karıştırıl mı? Ben Rakı’mı sek içerim”. Rakıyı İÇMEYECEKSİN; yaşayacaksın nasıl ki yaşadıklarına “tek” olarak dayanıyorsan rakıyı da “sek” olarak o yaşadıklarına ortak edeceksin derler. Eski zamanlarda rakı her ne kadar tek başına içilen atıştırmalık bir içki olsa dahi, günümüzde rakı birçok ikili ile içilmektedir. RAKI-SU Evvela su olmalıdır rakının yanında. Bu en yaygın rakının içilme şekli olduğunu söyleyebilirim. Bardağın yarısını rakı, yarısını suyla doldurmak en ideal tariftir. Önce rakı konmalı kadehe, daha sonra su. Su olmazsa rakının keyfi çıkmaz. Sek içilen rakı daha çabuk sarhoş olmaya, rakının keyfinden mahrum kalmaya sebep olur. Keyif için içilmeyecekse de rakı içmenin alemi yoktur. Rakının içine buz da katmayı tercih edenler vardır. Ancak buz konulduğunda zamanla eriyip suya dönüşeceği için başta ayarlanan rakı-su dengesi bozulur ve rakıdan alınan tada su kaçmasına sebep olur. Bu yüzden rakı erbapları rakıya buz koymak yerine soğuk rakıya soğuk su katmayı tercih ederler. RAKI – ŞALGAM Şalgam vücuttaki alkol oranını düşürüp denge sağladığı için Rakı’nın yanında tercih edilen bir diğer içecektir. Ben bu ikili ile, Adana Bölgesi’nde iş nedeni ile uzun zaman kalmak durumunda kaldığım zamanlarda tanışmış olup, o gündür bugündür çok severek yan yana içmekteyim =) RAKI – ÇAY Rakı sofrasında belli miktar oturulduktan sonra, ağzı ve zihni temizlemek amaçlı içilen çaya, rakı arası çayı denir. Genelde 3-4 kadeh sonrasında başlanarak, sonrasında ki her kadeh arasına sıkıştırılması durumunda faydalı sonuçları olduğu gözlenmiştir. Şekersiz içilmesi tavsiye edilen çayda rakı sofralarında yerini almıştır. Anadolu da bazı bölgelerde yaygın olan rakı arası çay uygulaması, son dönem batı bölgelerde yaygınlaşmaya başlamıştır. RAKI’lı AYRAN Bana göre rakı’nın en ilginç içilme şekli ayran’lı rakı olmuştur. Biraz geçmişini araştırınca, bir vapur hikayesine dayandığını öğrendim. 1950’li yılların sonunda özellikle Cumartesi geceleri şehir hatlarınca tahsis edilen bir vapurda gençler için danslı gece eğlenceleri düzenlenirmiş. Burada mutlaka bir dans yarışması yapılırmış. Vapurda alkol yasak olduğu için bu işin gizlice yapılması gerekiyordu. Anason kokusunu bir nebze kesip rengi ile kamufle eden ayran gençlerin o dönemki ihtiyaçlarına tam olarak cevap verdi. Ayranlı rakı bu tür eğlencelerin vazgeçilmez içkisi haline geldi. Size tavsiyemiz rakı içiyorsanız mutlaka birinin size eşlik etmesini sağlayın. Çünkü bilindiği üzere rakının yanında giden en güzel şey MUHABBETTİR. 5-) Osmanlı’dan günümüze bir rakı efsanesi Bekri Mustafa kimdir? Bilindiği gibi rakı ile ilgili hikayeler çoğunlukla Bektaşi Baba fıkraları ve pirimiz Bekri Mustafa’nın kıssalarında bulunur. Bektaşi Baba fıkraları daha ziyade dini baskılara karşı yapılan isyan mahiyetinde tezahür ederken, Bekri Mustafa öyküleri adeta idari baskılara karşı bir başkaldırıdır. Astığı astık kestiği kestik 4. Murat gibi bir sultana başkaldırı yapabilmek her baba yiğidin harcı değildir. Bu nedenle de ünü asırlarca sürüp günümüze kadar gelmiştir. Onu hayata küstüren ve içkiye veren ela gözlü bir dilbere duyduğu hudutsuz bir sevgidir. Kadırga doğumlu Bekri Mustafa’nın çocukluğu bolluk bereket içerisinde geçmiştir. İlk gençlik yıllarında babasının yorgancı dükkanında çalışıp, ardından babası dükkânı kapatınca babasının bir arkadaşının yanına geçmiştir. Bekri Mustafa’nın hayatının dönüm noktası bir gün gelin zifaf odası için yapılan siparişi teslim almaya gelen 17 yaşındaki dilberle karşılaşması olmuştur. Kızımızın ismi Nazlı’dır. Günler geceler boyu bu kızı düşünmüş, aşkını defalarca söyledikten sonra ailesini kızı istemeye yollamıştır. Ancak kızın annesi maalesef bu izdivacı Mustafa’nın ailesinin sosyal statüsünü mazeret gösterip reddetmiştir. İşte bu acılı günlerde bir öğleden sonra Mustafa’nın yakın arkadaşları Yamuk Osman ile Bıdık Hasan’ın ittirmesi ile kendini Kumkapı’daki Karabıçak gedikli meyhanesinde bulur. Gün gelir işte bu efsaneye “çok içki içen” anlamında Bekri lakabı takılır. Sayımız sofrada “kadehleriniz boş kalmasın” dilekleriyle Bekri Mustafa’ya da kadeh kaldırılır. Gelgelelim bir Bekri Mustafa kıssasına… Günlerden bir gün 4. Murat sadrazamı ile tebdil-i kıyafet halkın arasına karışır. Beşiktaş’tan bindikleri motorla Üsküdar’a gitmektedirler. Boğazın ortasında Bekr-i Mustafa bunlara birer kadeh rakı ikram eder,ardından ikinci kadehi istediklerine de Bekr-i Mustafa reddetmez. Bunun üzerine Sultan dayanamaz sorar : Bekr-i Mustafa sen Sultan’ın emrini duymadın mı? Hiç korkmaz mısın? Efendiler denizin ortasında sultan bizi nereden duysun? Peki ya ben Sultan yanımdaki de sadrazamımsa ne diyeceksin? Al işte sizlere de hiç içki içirmeye gelmiyor, iki kadeh içtiniz, biriniz Sultan diğeriniz de sadrazam oluverdi! 6-) Günümüze kadar gelebilen az sayıda “gerçek” meyhaneler ve meyhanede muhabbetin adabı üzerine … İstanbul’da nerede meyhaneye gitmeli diye soracak olursanız, eğer daha evvel yolunuz düşmediyse İstanbul’un Paris’i olarak anılan Samatya’ya ve tabii ki Kumkapı’ya uğramanızı öneririm. Her iki semt de vakti zamanında bizleri rakı-meze kültürü ile tanıştıran Rum ve Ermeni balıkçıları ve tabii ki meyhaneleri ile meşhurmuş. Bu meyhanelerden Kumkapı’da Kör Agop ve Samatya Yedikule arasındaki Safa Meyhanesi sadece lezzetleri değil mekân dekoru ile de size eski meyhaneleri yaşatır. Öte yandan Samatya Balıkçılar Çarşısı’nda Matya’da tavsiye edeceğim adreslerden biridir. Dileyenler, bir zamanların İkinci Bahar dizisinin nostaljisi için bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmesinler. Balat’taki popüler mekanlardan Agora ve Cibalikapı Balıkçısı’da hoş birer seçim olabilir. Fakat benim tercihimi merak ediyorsanız fiyat kalite ilişkisinde salaş ortamında Balat Sahil restoranı tavsiye ederim. Beyoğlu – Karaköy ekseninde de artık klasikleşmiş Refik ve Yakup 2 İstanbul’da meyhane kültürünü yaşatmaya gayret eden az sayıda mekanların başında geliyor. Nitekim her iki işletme de aynı aile olup meyhaneciliği Rize Çamlıhemşin köyünden gelip, Rum meyhanecilerden öğrenmişler. Malum sebeplerden Rum meyhaneleri de tek tek kapanınca meyhanecilik mesleğini kendileri devam ettirmişler. Rumlardan öğrendikleri meze kültürü sayesinde iyi bir servis veriyorlar. 7-) Rakıyı ucuzlatan meşhur Başbakan Recep Peker’in ilginç hikayesi… Son yıllarda alkol tüketimine ve içkili mekanlara yönelik gözle görülür bir baskıyı hissededuralım, bu ülke tarihinde ilginç bir şekilde rakıyı ucuzlatan bir Başbakan da görmüştür. Hikayemiz 2. Dünya Savaşı dönemidir. Malum 38 milyon insanın hayatını kaybettiği savaş döneminde temel gıda maddeleri bile karneye bağlanmıştı. İşte bu dönemin hemen ertesinde iktidara gelen Recep Peker hükümeti sadece birikmiş olan ekonomik sorunlarla değil, savaş sırasında oluşmuş sosyal yaralarla da ilgilenmek durumundaydı. İşte bu yaralardan biri de toplumun belli bir kesimini oluşturan “mavi ispirto müptelaları” idi. Toplum sağlığını koruyabilmek adına 1942 yılında içki fiyatları ucuzlatılmış lakin rakının fiyatı sabit kalmıştı. Mecliste mevcut durumu anlatıp Başbakan Recep Peker, mavi ispirto ile mücadele kapsamında rakı fiyatını ucuzlatma yönergesi verdiğinde ilk sert tepkiyi de o dönem Yeşilay’ın başkanı Fahrettin Kerim Gökay’dan almıştı. Sonrasında dönemin ünlü yazarları Refik Halid Karay, Cemal Refik, Nadir Nadi, Burhan Felek, Yusuf Ziya Ortaç da köşe yazıları ile tartışmaya dahil olmuşlardı. Rakı fiyatları yüksek kaldıkça halkın öldürücü ve zehirli ispirtoları içtiğini gören hükümet Yeşilay’ın tüm çabalarına rağmen 15 Ocak 1947 tarihinde 50’lik Kulüp Rakı’yı 450 kuruştan 350 kuruşa, kiloluk Yeni Rakı’yı da 700 kuruştan 500 kuruşa indirmişti. Fiyatların ucuzlaştırılması rakı tüketiminde rekor kırılmasına sebep oldu. İleriki yıllarda toplumun gelişen içki kültürüne paralel olarak mavi ispirto müptelalığı da tarihe karıştı. İşte bir zamanlar böyle vatandaşın halinden anlayan, sağ duyulu iyi başbakanlarımız da varmış. 8 -) Rakı bir amaç mı yoksa araç mı olmalı ? Bizlere göre rakı mutlaka bir araç olmalıdır. Rakı eğer araç yerine amaca dönmüşse acilen alkolle aranıza mesafe koymalı, sizin esir almasına izin vermemelisinizdir. O son duble ya kadehte ya da şişede esir kalmalıdır. Zaten keyif için asıl olan da iki dubleyi geçmemektir. İçkinin dozuyla orantılı olarak yaratacağı etkiler de farklılıklar gösterir. Bu etki yaşadığımız günün koşullarına göre de değişebilir. Yaşantımız gün be gün aynı olamaz. İşte bu yüzden kadehi her elimize aldığımızda bizi götürdüğü sahiller farklı olacaktır. Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Bazen sevmiyor bazen de üzülüyoruz. İşlerimizin iyi gittiği de oluyor, kötü gittiği de. İçki günün sıkıntılarını azaltıyor. Hatta dostlarla bir arada içmenin tadı da başka oluyor. Zaten yanlarında saçmalasak da gerçeğimizi her daim görebilenler değil midir gerçek dostlarımız? Peki ya aşk, toplum tarafından kabul edilen tek delilik değil midir? Duygulara, hayatı etkileyen gerçek konulara değinmeden havadan sudan konuşarak yaşadığımızı ne kadar hissedebiliriz ki? Hayatta pek çok şeyi, pek çok şey sanıp bu yüzden de çoğunlukla yanılmıyor muyduk? İnsan bedeninin dışına çıkıp kendine bakabilmeliydi. Asıl olan hayatta dengede kalabilmekti. Denge de zaten etrafımızda olan her şeye rağmen olmamız gereken kişiyi unutmamak değil midir? Zor zamanlarda bile insanı hayata bağlayan basit keyifler vardır. İşte bizler de biraz olsun keyif verebilmişsek size ne mutlu. Kadehler boş kalmasın! Rakınız kaymak sofranız bereketli, muhabbetiniz daim olsun!

Devamını Oku

By Nesim Şalom

Arkeoloji, Mitoloji ve Sanat Tarihinden Kısa Notlar

Nesim Şalom – İstanbul Tükenmeden Gezgini HADES ve PERSAPHONE Floransa’daki Borghese Galerisi'nde bulunan bu muhteşem heykel de Gian Lorenzo Bernini’nin 1623’te tamamladığı eseri Hades’in Persaphone’u Kaçırması. Hades’in Roma Mitolojisindeki karşılığı Pluton’dur. Mitoloji’deki hikayesini çok kısaca aktaracağım. Gökteki Baş Tanrı Zeus, yeryüzünü paylaştırırken, denizleri Poseidon’a, yeri ve toprağı Hades’e verir. Yeraltı Tanrısı olduğundan tüm değerli madenlerin sahibidir ve kimin zengin kimin fakir olacağına o karar verir. Yeraltı ve Ölüm Tanrısı Hades, kötü karakteri ve zalimliği ile bilinir. Heykelin konusu bu sahnede, arzuladığı Persaphone’a sahip olmak için onu kaçırır ve yaşadığı yerin altına indirir. Persaphone ise Tarım ve Bereket Tanrıçası’dır. Persaphone’nin annesi Tanrıça Demeter (Roma Mitolojisinde Ceres), baş Tanrı Zeus’tan kızını kurtarmasını ister. Bunun üzerine Zeus kardeşi olan Hades’i ikna ederek Persaphone’u 6 ay yer altında tutup 6 ay serbest bırakmasını sağlar. Mitolojiye göre mevsimlerin devinimi Persaphone’nun yer altına inip tekrar yeryüzüne dönmesiyle bağdaştırılır. (Eulosis Gizemlerinde de bu devinim anlatılmaktadır.) Heykelin arkasında ise Hades’in 3 başlı canavar köpeği Kerberos görülüyor. Kerberos’un diğer adı Cehennem Kapısı’nın Bekçisi’dir. Gelelim bahsetmek istediğim ilişkiye: Aşağıda konuyla ilişkin alakasız görülebilecek heykel ise Zonguldak Ereğli’nin sembolüdür. Ereğli adı Türkçe’ye Bizans İmparatoru Herakliyas’ın buraya verdiği isimden gelir. Herakliyas ise Hercules’dir. Güçlü kuvvetli Hercules’e Tanrıların verdiği görevlerden biri de Hades’in 3 başlı canavar köpeği Kerberos’u yakalayıp boğmaktır. Yani Cehennemin Kapısının bekçisini.. Ereğli’de ki bu heykel Herkül’ün Kerberos’u yakalayıp boğma anıdır. Ereğli’ye turistik amaçlı gelenlerin en başta ziyaret ettikleri yer ise burada bulunan Cehennem Ağzı Mağaraları’dır (aşağıdaki 2 resim). Yani Eregli’de, Herakliyas’ın Kerberos’u tutması sayesinde doğal oluşum Cehennem Mağaralarının ağzından girilebilmektedir.

Devamını Oku