By moisgabay

Neapolis Antik Kenti ve İgor Mitoraj’ın Eserleri Üzerine Bir İnceleme

Neapolis Arkeoloji Parkı, antik Siracusa’nın en önemli bölümlerinden biri olup, hem Yunan hem de Roma dönemlerine ait etkileyici kalıntıları barındırır. Neapolis kelimesi Yunanca’da “Yeni Şehir” anlamına gelir ve bu alan, Siracusa’nın antik çağlardaki en gelişmiş bölgelerinden biri olmuştur. Neapolis Arkeoloji Parkı’nda Öne Çıkan Yapılar 1.Yunan Tiyatrosu (Teatro Greco) • MÖ 5. yüzyılda inşa edilmiş ve dönemin en büyük taş tiyatrolarından biridir. • Tiran Hieron I döneminde önemli oyunlar sahnelenmiştir. Özellikle Aiskhylos gibi ünlü tragedya yazarlarının eserleri burada gösterilmiştir. • Günümüzde hala Yunan Tragedyaları Festivali gibi etkinlikler için kullanılmaktadır. • Kayaya oyulmuş olması sayesinde mükemmel bir akustiğe sahiptir. 2.Dionysos’un Kulağı (Orecchio di Dionisio) • Latomia del Paradiso adlı eski taş ocağında yer alan büyük bir mağaradır. • Michelangelo Merisi da Caravaggio (ünlü ressam Caravaggio) tarafından bu isim verilmiştir. • Yüksekliği yaklaşık 23 metre, uzunluğu 65 metredir. • İçinde oluşan yankı sayesinde efsaneye göre Tiran Dionysios burada mahkûmların konuşmalarını dinlemiştir. 3.Roma Amfitiyatrosu • MS 3. yüzyılda Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiştir. • Gladyatör dövüşleri ve hayvan avları için kullanılmıştır. • Oval yapısı, klasik Roma amfi tiyatrolarına benzer şekilde arenanın etrafını saran oturma alanlarına sahiptir. 4.Hieron II Sunağı (Ara di Ierone II) • MÖ 3. yüzyılda Tiran Hieron II tarafından inşa edilmiştir. • 200 metre uzunluğunda ve 20 metre genişliğindedir. • Devasa bir kurban sunağı olarak yüzlerce boğanın aynı anda adandığı düşünülmektedir. 5.Grotta dei Cordari • Orta Çağ’dan 19. yüzyıla kadar ip ustaları tarafından çalışma alanı olarak kullanılmış büyük bir mağaradır. Neapolis’in Tarihî ve Kültürel Önemi • Antik Yunan ve Roma dönemi boyunca Siracusa, Akdeniz’in en güçlü şehirlerinden biri olmuştur. • Platon, Arşimet ve Aiskhylos gibi ünlü isimlerin bu şehirle bağlantıları vardır. • 2005 yılında Siracusa’nın tarihi merkezi ve Neapolis Arkeoloji Parkı, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır. İgor Mitoraj (1944-2014) Igor Mitoraj, klasik heykel sanatından ilham alan fakat modern bir yorum katan ünlü bir Polonyalı heykeltıraştı. Bahsettiğin kelimeleri Mitoraj’ın sanat anlayışıyla şöyle ilişkilendirebiliriz: • Regard (Bakış/Gözler) → Mitoraj’ın heykellerinde sıkça yüzler görülür, ancak bu yüzler genellikle eksik, çatlak veya gözleri kapalıdır. Bu, insanın geçmişi, hafızası ve kırılganlığı üzerine derin bir anlam taşır. • Humanitas (İnsaniyet/İnsanlık) → Mitoraj, insan bedenini idealize eden Antik Yunan ve Roma sanatına göndermeler yapar ama bu bedenler çoğunlukla yaralı, eksik veya bandajlıdır. Bu da insanın mükemmel olmama hâlini ve zamanın etkisini simgeler. • Physis (Doğa/Fiziksel Form) → Sanatçının eserlerinde doğayla insan arasında bir etkileşim vardır. Heykelleri, bir yandan tanrısal bir güzelliği temsil ederken, diğer yandan bozulmuş, eskimiş ve doğa tarafından aşınmış gibi görünür. Bu da insan bedeninin ve varlığının geçiciliğine vurgu yapar. Mitoraj’ın eserlerinde bu üç kavram iç içe geçerek hem klasik sanatın hem de modern dünyanın insana bakışını sorgulayan etkileyici bir anlatım oluşturur. Igor Mitoraj’ın felsefesi, klasik heykel sanatının estetik anlayışını modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlamak üzerine kuruludur. Sanatında güzellik, çürüme, mitoloji ve insanın kırılganlığı gibi temalar ön plandadır. 1.Kırılgan Güzellik ve Zamansızlık Mitoraj, Antik Yunan ve Roma heykellerine benzer figürler yaratırken, bunları yarım kalmış, kırılmış, bandajlanmış veya gözleri kapalı şekilde tasvir eder. Bu, zamanın ve insan varlığının geçiciliğini vurgular. Ona göre insan bedeni kusursuz olduğu kadar kırılgandır. 2.Mitoloji ve İnsanlık Sanatçının birçok eseri Antik Yunan ve Roma mitolojisinden figürler taşır. İkarus, Eros, Mars, Venüs gibi tanrılar ve kahramanlar, Mitoraj’ın heykellerinde idealize edilmiş ancak eksik ya da yaralı halde görülür. Bu, hem mitlerin ölümsüzlüğünü hem de insanın faniliğini simgeler. 3.Maskeler ve Kimlik Mitoraj’ın heykellerinde yüzlerin bir kısmı eksik veya maskelenmiş olur. Bu, kimliğin belirsizliği ve insanın iç dünyasını saklama eğilimiyle ilgilidir. Maskeler, hem bir koruma hem de bir gizlenme aracı olarak sanatçının eserlerinde sıkça karşımıza çıkar. 4.Fiziksel ve Ruhsal Sınırlamalar Heykellerinde bandajlar, kırık uzuvlar veya parçalanmış bedenler görmek mümkündür. Bu, hem fiziksel acıyı hem de insanın ruhsal sınırlamalarını temsil eder. Mitoraj, insanların sadece bedensel değil, aynı zamanda psikolojik ve duygusal olarak da yaralı olduğunu anlatır. 5.Modern Dünyaya Eleştiri Sanatı sadece geçmişe değil, bugüne de bir eleştiridir. Endüstrileşen, hızla tüketen ve insanı unutan modern dünyaya karşı, sanatında bir “duruş” vardır. Ona göre insan, geçmişiyle ve mitleriyle bağını kaybettikçe yalnızlaşmaktadır. Mitoraj’ın felsefesi, “mükemmel ama kırılgan insan” fikri etrafında şekillenir. Heykelleri, hem güçlü hem de hüzünlüdür; hem zamansız bir güzelliği hem de varoluşun kaçınılmaz çürümesini yansıtır. Sanatıyla insan doğasının iki yönünü birden gösterir: Tanrısallık ve kırılganlık. Igor Mitoraj’ın “LO SGUARDO - Humanitas - Physis” başlıklı sergisi, 26 Mart 2024’ten 31 Ekim 2025’e kadar Sicilya’da, özellikle Siraküza’daki Neapolis Arkeoloji Parkı’nda ve diğer önemli mekânlarda sergilenmektedir.   Sergide yer alan 27 anıtsal heykel, sanatçının klasik estetiği modern yorumlarla harmanladığı eserlerdir. Bu heykeller, insanlık, doğa ve mitoloji temalarını derinlemesine işler. Sergide Öne Çıkan Bazı Heykeller ve Anlamları: 1.Ikaria (İkarya): Bu bronz heykel, Ortigia’daki Maniace Kalesi önünde sergilenmektedir. Yunan mitolojisinde, İkarus’un güneşe çok yaklaşıp kanatlarının erimesiyle denize düşmesi anlatılır. Mitoraj’ın “Ikaria” heykeli, kanatlarını kaybetmiş, başı öne eğik bir figürü tasvir eder. Bu, insanın sınırlarını zorlamasının ve bunun sonucunda yaşadığı düşüşün sembolüdür. 2.Teseo Screpolato (Çatlamış Theseus): Bu bronz eser, Etna Dağı’nda 1700 metre yükseklikte sergilenmektedir. Theseus, Yunan mitolojisinde Atina’nın efsanevi kralıdır. Heykeldeki çatlaklar, zamanın ve doğanın insan üzerindeki etkilerini, insanın kırılganlığını ve faniliğini simgeler. 3.Hermes: Mitoraj’ın “Hermes” heykeli, tanrıların habercisi olarak bilinen Hermes’i tasvir eder. Heykel, ışık ve karanlık, gökyüzü ve yeryüzü arasındaki geçişi simgeler. 4.Smyrna: Bu heykel, Eski Pers kültürel dönemine ve ışık ile karanlık arasındaki mücadeleye atıfta bulunur. Mitoraj’ın “Smyrna” eseri, bu zıtlıkları ve insanın içsel çatışmalarını yansıtır. 5.Büyük İkarya: Bu heykel, sergideki diğer eserlerle birlikte, insanın doğa ile olan ilişkisini ve içsel mücadelelerini yansıtır. Mitoraj’ın eserleri, klasik mitolojik figürleri modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlayarak, insanın doğa, zaman ve kendi içsel dünyasıyla olan ilişkisini derinlemesine ele alır. Her bir heykel, izleyiciyi kendi varoluşunu ve insanlık durumunu sorgulamaya davet eder. Venüs’ün doğuşu  Bu eser, sergi yolculuğunun başlangıcını simgeler; Latomia del Paradiso’nun girişine yerleştirilmiştir. 1950’lere kadar bu topraklar hâlâ özel mülkiyetti ve tıpkı bugün olduğu gibi narenciye bahçeleriyle ekiliydi. Eserdeki iki figür, Venüs’ün doğuşunu simgeleyerek içsel bir yeniden doğuşu ifade eder. Bu, insanlık (humanitas) ile doğa (physis) arasındaki ilişkiyi, yani insanın varoluş boyutu ile doğanın boyutu arasındaki dengeyi anlatır. “Venüs’ün Doğuşu”, ters çevrilmiş şekilde Igor Mitoraj’ın yüzünü gösterir; böylece sanatçı, bu ilk karşılaşmadan itibaren sergi boyunca sürecek yolculuğumuzun bir yol arkadaşı hâline gelir. “Venüs’ün Doğuşu”, bizi şekiller, renkler, kokular ve elementler aracılığıyla bir inisiyatik yolculuğa davet eder. Torco Croce (Haç Gövdesi) Yüzyıllar boyunca düşmanlara karşı ateşle saldırmak için kullanılan Rum ateşi’nin ve barutun temel bileşenlerinden biri olan güherçlenin (potasyum nitrat)  çıkarıldığı mağarada, sergi dev figürlerinden biriniTorso Croce’ yi (Haç Gövdesi) yerleştiriyor. Latomia del Paradiso’nun kalbinde, tutsaklık ve özgürlük arzusu, rüya ve gerçeklik arasında bir yolculuğa imkân tanıyan sergi güzergâhında, “Torso Croce”, Hristiyan sembolünün de ötesine geçen bir kefaret ve kurtuluş olasılığını temsil ediyor. Mitoraj, haçın bedenle bütünleşmesini, onun bir parçası haline gelmesini istiyor; insanlık için yapılan fedakârlığı, tarihi bir zorunluluğa, kaçınılmaz bir kadere dönüştürüyor. Bu, Humanitas (insanlık) ile Physis’i (doğa), insanın varoluşunu ve dünyanın harikasını uzlaştıran haç gövdedir. Devasa niş içindeki ışık ve gölge oyunları, daha büyük bir şeye olan inancın anlamını özetliyor: Işık, inanmak içindir; gölgeler ise şüphe etmek için. Grotte des Cordari  (Halatçılar Mağarası) Torco Croce’nin ruhaniyeti, bizi zamanın ve yaşamın anlamına götürür; Grotte des Cordari’de (Halatçılar Mağarası) varoluşun büyük sorularıyla yüzleşmemizi sağlar. Burası, sayısız nesil boyunca ustaların azmini ve bilgeliğini ölçmüş bir yerdir; bu sularda, günümüze kadar ulaşan çok eski bir teknikle halat yapımıyla meşgul olmuşlardır. Yüzyıllardır kadınlar ve erkekler, Zaman’ın suları üzerinde halatlar örerek, kendi ustalık dolu sadelikleriyle Zaman’ın bir sembolünü inşa etmişlerdir. İşte bu yüzden “Le Grand Sommeil” (Büyük Uyku) adlı eserin mavi tenli yüzleri, tam da bu uzun örülmüş halatlardır. Bakışları yatay bir çizgide, yani şimdiyi dokur; ve aynı zamanda dikey bir çizgide, yani öncesini ve sonrasını—geçmişi ve geleceği—örer. Halatçılar Mağarası, Zaman’ın Mabedine dönüşmüşken, “İkaro” ve “İkaria”, insanlığın erkek ve dişi yönlerini temsil eder. Onlar, kadın ve erkeğin çok yönlülüğünü, bize uzak gelen, çoğu zaman anlamadığımız, hatta korkup dışladığımız her şeyi simgeler: zamansal olarak bizden uzak olanı, coğrafi olarak bizden uzak olanı ve yaşam tarzı ya da seçimleriyle bizden farklı olanı. Daidalos  O, en efsanevi hapishanenin, Labirent’in inşacısıdır. Onun yaratıcısıdır ve onun mahkûmudur. Burada, Dionysos’un Kulağı’nın yanında duruyor; ki burası, devasa taş ocağının muazzam kemeri çökmeden önce karanlık ve korkunç bir hapishaneydi. Bu, kendi ellerimizle inşa ettiğimiz hapishanelerin bir sembolüdür; kendimize bakışın, kendini bilmenin, güzelliği araştırmanın, yavaşlığın ve görünmezliğin değerini yitirdiği bir çağda. Eser, omzunda Mitoraj’ın yüzünü taşır; bu yüz, Kulağın girişini gözlemekte ve bizi cesaret etmeye, teslimiyete meydan okumaya ve zorlu girişle yüzleşmeye davet etmektedir. Kulağın kendisi Labirent’e dönüşür: İkarus’un kaçmaya çalışacağı hapishane. O, özgürlük mücadelesinin derin izlerini sergi boyunca bırakacaktır. Tindaros  Dionysos’un Kulağı, taş ocağının devasa kemeri çökmeden önce, hayal edilemeyecek kadar derin bir karanlığı barındırıyordu. Yüzyıllar boyunca bu karanlık içinde mahkûmlar ve taş ocağında çalışmaya ve orada ölmeye mahkûm edilmiş köleler hapsedildi. Sparta’nın efsanevi kralı Tindaros’un büyük yüzü, bu devasa kulağın kulak zarı haline gelir; dünyayı dinlemek, onun acısını ve umudunu anlamaya çalışmak için gerilmiş bir kulak gibi. Heykel, karanlıktan yükselerek, tıpkı İkarus gibi bu hapishaneden uçup gitmeyi hayal eden tüm kalabalıkların simgesine dönüşür. Burada seslerini, özgürlük hayallerini, emeklerini bırakmışlardır; ama aynı zamanda cesaretlerinin ve onurlarının izlerini de. Daidalos, sonunda kendisini de tutsak eden bir hapishanenin istemeden mimarı olurken, Tindaros, aşağılanmış ve yaralanmış ama asla yenilmemiş insanlığı temsil eder. Uyuyan Osiris Tindaros ve İkarus, defalarca hapsedilmiş olsalar da, uykunun içinde ruhlarını yeniden canlandırmaya ve ışığı yeniden görmeye çalışırlar. Osiris gözlerini kapatır ve rüyaya dönüşen bir uykuya teslim olur. Osiris’in uykusu, hayal gücünü, sanatı ve özgürlüğü doğurur. Osiris’in rüyası—Sanat ve Güzellik, insan varoluşunun sayısız hapishanesinden ve labirentlerinden kurtuluşu sağlar. Eros Bendato (Bağlı Gözlü Eros) Roma amfitiyatrosunun kenarında, İkarus’un uçuşuna zemin hazırlayan bir sahne kurulmuştur. Kayalara oyulmuş basamakların yer aldığı bu geniş alanda, yalnızca yüzler görünür. Eskiden burada bulunan büyük halkalar, İspanyollar tarafından kentin surlarını inşa etmek için sökülüp götürülmüştür. Eros’un gözleri bağlıdır, ancak aslında yüzü yere dayalıdır ve toprağı dinler. O, yüzyıllar boyunca süregelen sesler ve yankılar aracılığıyla görür; zamanın ve mekânın ötesinde dünyayı duyar. Eros, bize bu yerin ve tam da şu an onunla kurduğumuz ilişkinin hepimize ait olduğunu hatırlatır. O, herkesin ortak hikâyesini anlatan bir tanıktır. Mavi İkaros  Sergi boyunca, dünya hareket etti; sayısız şey oldu ve her kökenden, her kültürden insanlar geldi, ziyaret etti ve sonra ayrıldılar: heykelleri hayranlıkla incelediler, anıtları gezdiler ya da tiyatro gösterilerini izlediler, sonra evlerine döndüler ve günlük hayatlarına devam ettiler, onu nasıl almışlarsa öyle yaşadılar ve başkalarına aktaracaklardır. Güneş, hayali kanatlarını eritti ve bu dünyanın bir köşesinde, İkarus düştü ve öldü. Ama ne yazık ki insanlar ölür, fakat fikirler hayatta kalır, bu yüzden İkarus’un rüyası, belki başka hayatları, başka hikâyeleri ve başka uçuşları kurtaracak güçlü kanatlara sahip oldu. Büyük Uyuyan Baş  Büyük “Uyuyan Baş”, eskiden ölüler kültüne adanmış bir yerde bulunur, ancak tam olarak bilinç ve onurun olabilecek her türlü ölümüne karşı, bu baş, gerçek bir yaşam ve gerçek bir görüş gerçekleştirmenin bir meydan okumasını simgeler. İkarus, dünyanın sayısız İkarus ve İkaria’ları, bize bakışın değerini öğretmiştir. Bize, gözleri bağlı, başsız ya da gözsüz bedenlerin ötesinde, görmeyi aramamız gerektiğini önermişlerdir. Görünüşlerin, alışkanlıkların ve korkuların ötesinde. Ve işte böylece, bir mezarlıkta bulunan “Uyuyan Baş”, gerçek bir uyanış mesajı verir. Gerçek özgürlük, gören ve bu yüzden anlayandır.  

Devamını Oku

By moisgabay

Fransa’nın Büyüleyici Noel Köyleri: Masalsı Bir Kış Yolculuğu

Noel zamanlarında özellikle Orta Çağ’dan kalma köyleri ziyaret etmek, büyülü bir masal dünyasına adım atmak gibidir. Birbirinden yaratıcı kreş sahneleriyle süslenmiş sokaklar, el yapımı hediyelik eşyalarla dolu pazarlar ve her adım başı sıcak şarap, bretzel, tarte flambée, berawecka kokuları bu köyleri daha da özel kılar. Hadi gelin Fransa’nın Noel köylerine hep beraber bir göz atalım! 1. Strasbourg – Avrupa’nın Noel Başkenti Alsace bölgesinde yer alan Strasbourg, Avrupa’nın en eski ve en büyük Noel pazarlarından birine ev sahipliği yapar. Şehirdeki Grande Île bölgesi, ışıl ışıl süslemeleri ve tarihi yarı ahşap evleriyle adeta bir peri masalını andırır. Şehirde her sene en az 3 farklı Noel pazarı kurulmaktadır. Strasbourg'un en önemli yapılarından biri, şehrin tam kalbinde yer alan Strasbourg Notre-Dame Katedrali’dir. Gotik mimarinin en görkemli örneklerinden biri olan bu katedral, 142 metre yüksekliğiyle uzun yıllar Avrupa'nın en yüksek yapısı unvanını taşımıştır. İnce işçiliği ve devasa vitray pencereleriyle ve içindeki upuzun kreş sahnesi ile katedral Noel’de mutlaka görmeniz gereken yapılardan biri. Katedralin içinde bulunan astronomik saat, her gün saat 12:30'da özel bir gösteri sunarak büyük ilgi çeker. Strasbourg’a kadar gitmişken mutlaka en güzel Noel tatlıları yapan Christian pastanesine de uğramayı unutmayın. 1572’den beri varolan, nehir kenarındaki dericiler mahallesindeki Maison des Tanneurs isimli lokanta ve 1427’den günümüze ulaşmış Maison Kammerzell de mutlaka görülmeli. Strasbourg’da yine mutlaka yapmanızı önereceğimiz etkinliklerden biri de Ren Nehri’ndeki tekne turudur. Petite France bölgesinden geçen tekne turları, yarı ahşap evler, tarihi köprüler ve 17. yüzyıldan kalma binalarla çevrili romantik bir yolculuk sunar. Place Kléber’de devasa Noel ağacını görmek ve Christkindelsmärik pazarında dolaşmak da unutulmaz bir deneyim sunacaktır. Strasbourg kültürel ve edebi mirasıyla da dikkat çeker. Ünlü Alman yazar Johann Wolfgang von Goethe, gençlik yıllarında Strasbourg Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almıştır. Şehirde geçirdiği zaman, onun edebi gelişiminde önemli bir rol oynamış ve özellikle Gotik mimariye olan ilgisini artırmıştır. Goethe, Strasbourg Notre-Dame Katedrali’nden büyük ölçüde etkilenmiş ve Gotik mimari üzerine yazılarında bu büyüleyici yapıya sıkça yer vermiştir. Şehir, onun sanatsal vizyonunu şekillendiren yerlerden biri olarak kabul edilir. Bunun yanında matbaanın mucidi ve Strasbourglu Johannes Gutenberg’e büyük bir saygı gösterisi olarak, şehir ismini taşıyan meydanda bir Gutenberg anıtına sahiptir. Bu anıt, Gutenberg’in matbaanın icadıyla dünya tarihine yaptığı katkıları kutlar. Son olarak Strasbourg Avrupa’nın siyasi merkezi olmasıyla da bilinir. Şehir, Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Oralara kadar gitmişken, hep adından söz edilen bu iki modern yapıyı da tekne gezisi veya yürüyerek keşfetmenizi öneririz.  2. Colmar – Masal Diyarı Strasbourg’a yakın konumda bulunan Colmar, pastel renkli evleri ve su kanallarıyla ünlüdür. Şehir aynı zamanda Amerika Özgürlük Anıtı’nı tasarlayan heykeltraş Frédéric Auguste Bartholdi’nin doğum yeri olmasıyla da gurur duyar. Noel zamanı kasaba, büyüleyici ışıklandırmalar ve el işi ürünleriyle donatılmış pazarıyla daha da çekici hale gelir. Colmar’ın dar sokaklarında gezerken sıcak şarap içmek ve geleneksel Alsace tatlarını denemek burada mutlaka yapılması gerekenler arasında. Kasabanın farklı bölgelerine kurulan altı ayrı Noel pazarı, her biri kendine özgü atmosferiyle ziyaretçilere unutulmaz bir deneyim sunar. Bu pazarları gündüz olduğu gibi akşam ışıl ışıl halleriyle de görmenizi ve en az bir gece de Colmar’da konaklamanızı öneririz. La Maison des Têtes (Kafalar Evi), yine şehirde yer alan tarihi ve ikonik bir yapıdır. 1609 yılında tüccar Anton Burger tarafından inşa edilen bu bina, özellikle cephesinde yer alan 100’den fazla oyma kafa figürü ile ünlüdür. Maison Pfister, Colmar’daki bir başka ünlü tarihi binalardan biridir. 1537 yılında inşa edilen bu yapı, Rönesans mimarisinin etkilerini taşısa da hala Orta Çağ'ın atmosferini yansıtan bir ev olarak dikkat çeker.Noel pazarları sırasında bölgedeki fotoğraf noktalarından biridir. 3. Riquewihr – Zamanın Durduğu Kasaba Tarihi dokusunu koruyan Riquewihr, Orta Çağ’dan kalma yapıları ve taş sokaklarıyla Noel döneminde tam anlamıyla bir kış rüyasına dönüşür. Burası, şirin butikleri, yerel lezzetleri ve göz alıcı süslemeleriyle ziyaretçilerine benzersiz bir deneyim sunmaktadır. Upuzun bir caddeden oluşan kasabada kaybolmanız adeta imkansızdır. Mutlaka caddenin başına ve sonuna kadar gidip, önden de lokanta rezervasyonlarınızı yaptırmanızı öneririz. Noel pazarları zamanı her bir dükkânın önünde uzun sıralar oluşmaktadır. “Maison du Sorcière” Cadılar evi, bu binanın cadılıkla ilişkilendirilen hikayelerle özdeşleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Efsaneye göre, bu binada bir cadı yaşadığına ve burada karanlık büyüler yaptığına inanılırdı. Yine caddenin sonunda yer alan ve sadece Noel’e ait binlerce ürün satan mağazayı da alışveriş yapmasanız bile birbirinden renkli dekorasyonlarını görmeniz için ziyaret etmenizi öneririz. 4. Kaysersberg – Geleneksel Alsace Ruhunu Yaşatan Köy Alsace’ın bir diğer gözde kasabası Kaysersberg, Noel zamanı büyüleyici bir atmosfere bürünür. Bu kasabanın diğerlerine göre biraz daha büyük olmasından vesile buraya biraz daha uzun vakit ayırmanızı öneririz. Orta Çağ’dan kalma kalesi ve taş köprüsü, köyün tarihi dokusunu pekiştirirken, ışıl ışıl süslenmiş meydanları büyüleyici bir manzara sunar. El yapımı oyuncaklar, yöresel şaraplar ve Alsace mutfağından lezzetlerin bulunduğu Noel pazarları burayı ziyaret edenleri kendine hayran bırakır. Kasaba içerisinde gezinirken keyifli peynir tadımları yapacağınız adreslere de rastlamanız mümkündür. Özellikle akşam saatlerine doğru aşırı bir yoğunluk olacağını hesaba katarak hareket etmenizi öneririz. 5. Ribeauvillé – Ortaçağ Kıyafetleriyle gezinen insanların kasabası Kasaba, ziyaretçilerini geleneksel Alsace Noel kültürüyle karşılar. Duvarda asılı olan geleneksel Noel süslemeleri, el yapımı oyuncaklar, ahşap figürler, sıcak şarap kokusu ve çörek kokusu ile kasaba, kışın soğuk havasını bir nebze olsun ısıtır. Ribeauvillé kasabasında Orta çağ kıyafetleri giymiş insanlar görmek, özellikle Noel zamanında oldukça yaygın bir durumdur! Kasaba, her yıl Noel pazarları sırasında geleneksel bir Orta çağ atmosferi yaratmak için halk Orta çağ temalı kostümler giyerler. Burada çok keyifli fotoğraflar çekebilir, kendinizi bir şövalye gibi hissedebilirsiniz. Hesaplamalarını yine trafiğin yoğun olacağını düşünerek yapmanızı öneririz. 6. Eguisheim – Fransa’nın En Güzel Köylerinden Biri Eguisheim, Fransa’nın en güzel köylerinden biri olarak kabul edilir ve özellikle Noel zamanı bu güzelliğini ikiye katlar. Labirent gibi daracık sokaklarında dolaşırken kendinizi bir film setindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Küçük ama samimi Noel pazarı, geleneksel Alsace el sanatlarını ve gurme ürünlerini keşfetmek için harika bir fırsat sunar. Bu köyünde dairesel formu sizlere kolay ve keyifli bir deneyim sunacaktır. Köye geldiğinizde sadece ana caddede yürümek yerine, ortaçağdan kalma meslek örgütlerinin sembollerini taşıyan evleri görmenizi ve yöre halkının kendi emekleriyle süslediği evlerde de bol bol fotoğraf çekmenizi öneririz. Ayrıca Şarap yolu üzerinde de bulunan bu köyde kendinize şarap degüstasyonu da hediye edebilirsiniz. 7. Obernai : Alsace’ın Sakin Güzelliği Obernai, kökleri Orta Çağ’a dayanan bir kasaba olup, pek çok tarihi saray, kilise ve surlar ile çevrilidir. Kasaba, eski Alsace tarzı mimarisini en iyi şekilde koruyan yerlerden biridir ve zamanında Rönesans ile Gotik etkilerini bir arada barındırmıştır. Obernai’nin en göz alıcı yapılarından biri Saint-Pierre-et-Saint-Paul Kilisesi’dir. Gotik tarzda inşa edilen bu kilise, etkileyici mimarisi ve içindeki tarihi eserlerle dikkat çeker. Château du Haut-Koenigsbourg, Kara Orman Dağları'nın zirvesinde yer alan etkileyici bir kaledir. Sélestat kasabasının yakınında bulunan bu kale, Renaissance dönemi ve Ortaçağ mimarisinin mükemmel bir örneğidir ve bölgenin en ünlü turistik noktalarından biridir. Kale, 17. yüzyılda terk edilmiş ve zamanla harabe haline gelmiştir. Ancak 19. yüzyılda, Alman İmparatoru II. Wilhelm, kaleyi restore ettirerek ona yeni bir hayat vermiştir. Haut-Koenigsbourg Kalesi, sadece mimarisiyle değil, çevresindeki doğal güzelliklerle de ünlüdür. Orman Dağları’nın yeşil manzarasında kulelerinden keyifli fotoğraflar çekebilir ve yeşile doyabilirsiniz. Fransa’nın Noel Köylerini Ziyaret Etmek İçin En İyi Zaman Fransa’daki Noel pazarları genellikle Kasım ayının son haftasından itibaren açılır ve Aralık sonuna kadar devam eder. Bu dönemde köyler ışıklandırmalarla süslenir ve birçok geleneksel etkinlik düzenlenir. Noel pazarlarının en yoğun zamanı genellikle Aralık ayının ilk üç haftasıdır, bu yüzden ziyaretinizi buna göre planlamak faydalı olacaktır. Programlanmış bir kültür turu ile gitmiyorsanız otellerinizi erkenden rezerve etmeyi ve eş zamanlı olarak araba kiralarken bu döneme özel otopark ve lokanta rezervasyonlarınızı da yapmayı unutmayın! Bu yıl, Fransa’nın bu masalsı köylerinden birinde kendinizi bir Noel masalının içinde bulmaya ne dersiniz? Tarihi dokuları, ışıl ışıl süslemeleri ve sıcacık atmosferleriyle bu köyler, unutulmaz bir kış tatili vadediyor. Eğer Avrupa’da gerçek bir Noel ruhu yaşamak istiyorsanız, Alsace ve çevresindeki bu köyler tam size göre! Noel Pazarlarına Nasıl Gitmeli ? Bizim önerimiz genellikle Basel havalimanı üzerinden gidilip dönülmesidir. Bilindiği üzere bu havalimanında 3 ayrı ülkeye çıkış kapısı bulunmakta ve sizler Fransa çıkışından çıkmanızı öneririz. Colmar ve Strasbourg Konaklama Önerileri Colmar Hotel Le Colombier – mümkünse ana binada konaklamanızı öneririz. Strasbourg  Hotel Diana Dauphine 4* Hotel Best Western Plus Monopole Metropole 4* Bölgede yemek önerileri Strasbourg’ta Le Gruber ve Maison des Tanneurs Obernai  La halle aux blés Riquewihr  Au Cerf veya Le Relais du Riquewihr Flanörler için 3 gecelik örnek program: 1. Gün Basel iniş sonrası Equishem Obernai Colmar ve geceleme Colmar’da 2. Gün Château du Haut-Koenigsbourg ziyareti Riquewihr Konaklama Strasbourg 3. Gün Strasbourg şehir gezisi Petite France bölgesi ve tekne gezisi Kaysersberg Ribeauvillé 4. Gün Strasbourg’da alışveriş ve bit pazarı  

Devamını Oku

By Anet Pase

Yazarların İzinden Yel Değirmeni, Kadıköy ve Moda

Birçok yazarın satırlarına konu olan Yeldeğirmeni, Kadıköy ve Moda’nın sokaklarında yaşanmışları bir kez daha hatırladık… Kaynak : Şalom Gazetesi Yazar : Anet Pase 30 Mayıs 2018 Bir BTS (Bir Tutkudur Seyahat Gezi Grubu) şehir gezisi yaptık. “İstanbul’da yaşıyoruz. İstanbul’u tanıyor muyuz?” mottosu ile düştük yollara. Hava soğuk. Yıl 2017. Aylardan kasım. Dostlar bir arada, sohbet koyu olunca değmeyin keyfimize. Rehberimiz de var bugün. Mois Gabay. Yeldeğirmeni’nden başlayarak, Kadıköy ve Moda’yı birlikte gezdik. Biz ondan çok şey öğrendik. O da bizden. BTS gurubundaki arkadaşların bir kısmının çocukluğu Yeldeğirmeni, Kadıköy ve Moda sokaklarında geçmiş. Rehberimiz anlatır, arkadaşlar anıları ile süsler. Böylece yokuşlar düz, yollar kolay gelir. Hele yola Yeldeğirmeni’ndeki meşhur simit fırınından alınmış kıtır kıtır, dumanı üstünde simitler eklenince anlatılanlara da yetişmek zor olur. Olsun, biz birbirimizi bekler, eksiğimizi bir şekilde tamamlarız. Bana göre şehirleri canlandıran, binalara hayat veren insanlar. O binalar yaşam varsa güzel. İçindekiler, yaşanmışlıklar orayı ya çirkinleştiriyor ya da güzelleştiriyor. Anılar, sokakların, merdiven boşluklarının, pencere pervazlarının ruhu. Bir yeri gezerken orada kimler yaşamış? Neye üzülmüşler? Neye sevinmişler diye düşünürüm. Bu nedenle de gezdiğim yerlerle ilgili kitapları okumak, yazarların deneyimlerinin izinde etrafı gözlemlemek ya da rehberle gezmek, rehberlerin biriktirdikleri bilgi deryasına bir nebze tutunmak hoşuma gidiyor. Kadıköy, Cumhuriyet dönemi yazarlarının satırlarında da can buluyor. Ahmet Haşim, Nazım Hikmet Ran, Sait Faik Abasıyanık eserleri ile bize bu semtlerden insan manzaraları taşıyor. Arif Atılgan’ın ‘Evvel Zaman İçinden Yel değirmeni’ kitabı semti anlatan iyi bir kaynak. (K-İletişim Yayınları) Haydarpaşa bir çayırlıkmış Mois Gabay’ın anlatımı ile Haydarpaşa, askerlerin talim yeri olan bir çayırlıkmış. Sultanların kızlarının konakları burada yer alırmış. Sultan kızlarının da dışarısı ile bağlantısını sağlayan Kira denilen Yahudi kadınlar onlara paha biçilmez güzel kumaşlarını taşırken zaman içinde Yahudiler buraya yerleşmeye başlamış. 15. ve 16. yüzyılda bahçeli köşklerle dolu yerleşim alanlarında Sultan I Abdülhamit (1774- 1789), tarafından ordunun un ihtiyacını karşılamak için yapılan dört adet yel değirmeni semte bugünkü adını vermiş. II. Abdülhamit’in sünnet töreni bile bu çayırlıkta yapılmış. 19. yüzyıl sonunda, Haydarpaşa çayırlığının insan ve mal taşımacılığının merkezi konumuna gelmesi ile 30 Mayıs 1906 yılında başlanan gar inşaatı, Ağustos 1908’de bitirilmiş. Çayırlık da kareli bir sokak planı gözetilerek, parsellenmiş, kagir apartmanlar inşa edilmiş. Yeldeğirmeni ve Rıhtım bölgesinde Türkler, Yeldeğirmeni tarafında Yahudiler, sahilden yukarı çıkan sokaklarda Ermeniler, Rumlar ve Levantenler oturmaya başlamış. Aslında garın inşaatından önce, 1872 Kuzguncuk Dağhamamı’nda çıkan yangınla, Yahudi nüfusun bu bölgeye göçü, başlamış. Bu bölgedeki en büyük apartmanlardan, bir İtalyan’a ait Valpreda Apartmanı idi. Batı mimarisi üslubunda inşa edilmiş binanın, üst katları Haydarpaşa Kadıköy koyunun her tarafına hâkim bir konumda, yanındaki binalara oranla muhteşem büyüklükte güzel bir yapı. Rehberimizin anlatımına göre, buradaki binalar Haydarpaşa Garı’nın yapımı için gelen mimar ve mühendislere de konut olarak inşa edilmiş. Haydarpaşa Garında kullanılan tuğlalar buranın yapımında da kullanılmış. Hatta binaların bir kısmının altında gara kadar uzanan dehlizler varmış. Yine güzel bir bina olan Levi Kehribarcı ailesine ait 1909’da inşa edilen Kehribarcı apartmanı günümüz yazarlarından Mario Levi’nin ikameti olmuş. Nüfus gittikçe artmış. Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Almanlar, okul ihtiyaçları, ibadet yerleri ihtiyaçları arttıkça semt şekillenmeye, dokusunu örmeye başlamış. Barış Manço'nun evi 3 Eylül 1899’da Yeldeğirmeni’nde ibadete açılan sinagog, yapımına destek veren Padişah II. Abdülhamit’e minnet anlamında Kadıköy Hemdat İsrael Sinagogu adını almış. www.turkyahudileri.com/index.php/tr Şimdi Osman Gazi İlkokulu olan bina Bağdat demiryolunda çalışan Almanlar için okul olarak açılmış. Okulun tarihçesine http://kadikoyosmangaziio.meb.k12.tr/meb_iys_dosyalar adresinden ulaşabilirsiniz. Fransız rahibeleri için Sainte Marie du Rosaire Klisesi, bugün Kadıköy Belediyesi tarafından restore edilip sanatseverlerle paylaşılan muhteşem şirin, yaşayan canlı tertemiz bir bina. Yeldeğirmeni Sanat adı ile ayakta. Şimdi Kemal Atatürk Ortaokulu olan bina Ermeniler tarafından Sainte Euphemie Kız Okulu olarak inşa edilmiş. Fransız rahipler için inşa edilen Saint Louise İlkokulu şimdi yetimhane olarak kullanılıyor. Güvenlik nedeni ile içeri kimse alınmıyor. Bahçesinde çocukların keyifle top oynadıklarını seyretmek yine de güzel. Rüzgar Ceyda Alpak’ın Yeldeğirmeni Öyküleri kitabı Yeldiğermeni’nin ruhunu dillendirmiş. Sayfalarında Demirciyan, Menaşe, Valpreda, Ekşioğlu apartmanlarını, yaşayanlarının öykülerini bulursunuz. Ayrılık Çeşmesini, bir yanında 200 yıllık Osmanlı Mezarlığı, bir yanı Paris sokağını… Agop, Terzi Salamon, bekçi Selo, kunduracı Yorgo, Ahmet Abi, Ester Teyze, Yosef, David, Marry, Rojda o pencerelerden yeniden bakacak, gidenlere el sallayacak gibi canlanıverir gözünüzde. Melisa Gürpınar’ın “Çamlıca’dan Yeldeğirmeni’ne Rüzgarın Peşinde” kitabı İstanbul’un kırk semti, kırk farklı edebiyatçı yazar projesi kapsamında kaleme alındı. Bu kitap da insan tiplerini, atmosferi, gecesini gündüzünü bizimle paylaşıyor. Kadıköy’ün çarşısında gezindik Gezimiz Yeldeğirmeni’nde bitmedi. Bu doyulmaz güzel semt, karnımızı da acıktırdı. Kadıköy’ün muazzam bir çarşısı var. Canlı, yaşayan, gürültülü. Balık kokuları, kıvırcık marulların, yemyeşil rokaların kokusuna karışıyor. Bir yanda közde kahve pişiyor, bir yanda pişen yemeklerin dumanı başımızı alıyor. ‘Çiya’ buranın eski ve yöresel yemekler pişiren lokantalarından biri. Çevreye dağılıp herkes gönlüne göre bir şeyler atıştırıveriyor. Geç kalmamalıyız daha gezecek koca bir semt var. Moda. Ama öncesinde III. Mustafa Osmanağa Camii, Bahariye sokakları, Süreyya Operası, Assumption Fransız Katolik Kilisesi (Bu kilise bölgenin en büyük kilisesi). Kilise hala aktif durumda. Cumartesi günleri Türkçe, diğer günler Türkçe ve Fransızca ayinler düzenleniyor. Zarif ve çok bakımlı güzel bir bina. Son durağımız Moda Ve ulaştık Moda’ya. Ayaklarımız yorulmuş. Yüzümüz kızarmış. Koço Lokantasının altındaki Aya Katerina Ayazması bize ilaç gibi geliyor. Aslında bu semtleri ayrı günlerde gezmek doya doya sindirmek lazım. Moda kısmını gezerken çabuk geçmemize, güne sığdıramadığımıza çok üzüldüm. Ama iyi ki İzel Rozental’in Moda Sevgilim “Yeniden” kitabı imdadıma yetişti. Sokakları hızlıca turlarken İzel Rozental zihnime rehber oldu. Moda turu düşünceniz varsa gitmeden okuyun. Yanınıza alın. İzel Rozental’in anıları gibi gözüken kitap aslında bir semti tutkuyla sevmenin kitabı. Çocukluğundan beri merak ettiği bu semte bağlanmanın, orada okula gitmenin, aşık olmanın, çocuk sahibi olmanın izlerini bizimle paylaşırken, uzun yıllar Moda’da yaşayanları, halen ikamet edenleri veya ayrılmak zorunda kalanları anlatıyor. Bir semti yaşanır, sevilir, özlenir kılanın coğrafyasından öte insanları olduğunu anlatıyor kitaplar. Ancak Moda’nın günbatımı hepsinden öte bir özlem. Kitapla, önünden hızlıca geçtiğim binalar canlandı, değer kazandı. 6-7 Eylül olayları nedeni ile semti terk edenlerin, Lukas’ın hikâyesini okudum. Tula teyze’yi gözüm aradı sanki Moda İskelesinde. Çocukluğumun dolmuşlarını, Moda Plajını, bizi haftada bir gün mutlaka o plaja, tramvaya bindirip getiren annemi andım. Moda’nın sokaklarını arkadaşlarımla gezerken ‘Bıyık Veli’yi düşündüm. Onun vefakarlığını, adamlığını semt konaklarında yaşayanların güvenine mazhar olmasını takdir ettim. Liz Hanım sanki birdenbire bir apartmandan çıkıp hızlıca yüksek ökçeleri ile bize katılacak gibi geldi. Şıklığı kibarlığı ve kolunda çantası ile. Moda tarihini rehberimiz Mois Gabay’dan dinlerken, semte bir dönem hayat verenler, İzel Rozental’in satırlarında canlanıyor, anlam buluyordu. Kayınpederi Daryo’nun izinde bir devri duyumsamak inanılmaz. Yeni Moda Eczanesi, Ali Usta Dondurmacısı semtin unutulmazları. Kadıköy Kız Lisesi’nin değişimine tanık olmak, Modalılar için üzücü bir süreç olsa gerek. Asıl adı ile Mermer Konak. O ne ihtişam. Moda’ya ilk yerleşen Türk aile, Mahmut Muhtar Paşa. Şebeke suyunu konağa kadar getirtmiş. Bahçesine kurdurduğu jeneratörle konağı aydınlatmış. İçinde merkezi ısıtma sistemi bile varmış. İ. Rozental’in kitabında hem Mermer Köşk’ün, hem sahiplerinin hüzünlü hikayesine tanık oluyorsunuz. Assumption kilisesi Basamaklarında fotoğraf çektirirken belki artık yorulduğumuzdan mıdır nedir tarihine pek kulak veremesem de edebiyat dilinden okumak bir başka keyif. Soğuk bir kasım akşamında kalabalık bir grup olarak merdivenlerinde fotoğraf çektirdiğimiz bu köşkte Prenses Nimet’in ihtişamlı yaşamını düşündüm. Hele Sakıp Sabancı’nın muhteşem Atlı Köşküne adını veren at heykelinin bu köşkün bahçesindeki heykellerden sadece biri olduğunu öğrendiğimde, bakımsız, ruhsuz kalan bu konak gözüme pek bir zavallı geldi. Yine bir Moda tutkunu Lakme Hanım’ın hikâyesini okuduğumda gözümden bir damla yaş döküldü. Onu aradım sosyal medya sayfalarında. İçim bir daha kanadı. Cemil Cem’in, Haldun Taner’in, Mimar Ferit Tek’in, Barış Manço’nun, izlerini sürdüm. Barış Manço’nun bugün müze olarak kullanılan evini gezerken, çocuklarımı büyüttüğüm, televizyon karşısına oturup “Adam Olacak Çocuk” programını seyrettiğimiz dönemi düşündüm. Arkadaşlarımla hafifçe şarkılarını mırıldandık. Sarıca Konağı’nın önünden hızlıca geçtik. Akşam olmuştu. Vapura yetişmemiz lazımdı. Ama benim içim rahattı. Bir piyano tanrıçasının, Ayşegül Sarıca’nın yaşamı benim avuçlarımın arasındaki kitaptaydı. Kocaman, biraz bakımsız konağın pencerelerinden süzülen sarı ışıkta sanki piyanosunun başından kalkıp caddeye kafasını uzatacak, bize el sallayacakmış gibi geldi. Kitabın sonunda yine tanıdık birine rastlamak da benim için sürpriz oldu. Şalom Gazete’sinden tanıdığım Berken Döner. Onu zaman zaman görür ve yazılarını okurum. Berken de, İzel gibi Moda’da doğmadı. Ancak bir hamur mayası misali o dokuyla yoğrulup, karışarak, Modalı olanlardan. Ve daha uzun yıllar Modalı olacağı belli. Bugün İzel Rozental’i tanımanın gururunu taşıyorum. Onu, kalemini, kaleminden akan çizgileri takip ediyorum ve her daim bir daha hayran kalıyorum. Bol gezmeli, bol okumalı güzel günler diliyorum. Teşekkürler dostlar, teşekkürler Mois Gabay ve teşekkürler bizi bize anlatan tüm yazarlar.

Devamını Oku

By moisgabay

Osmanlı’dan Günümüze Rakı Adabı ve Meyhaneler Üzerine Bir Söyleşi…

Meyir Petilon – Mois Gabay Sizlerle bu yazımızda geçtiğimiz haftalarda Meyir Petilon ve Mois Gabay’ın yapmış olduğu rakı adabı meyhaneler söyleşisinden kesitler sunmaktayız. Keyifli okumalar dileriz…. 1-Geleneksel meyhanelerimizin dünü ve bugünü, Bizans’tan günümüze meyhane kültürü İstanbul’da kurulan en eski meyhanelerin Galata’da olduğu hatta kuşatma dönemlerinde surların dibine askerlere güç vermek için derme çatma meyhaneler kurulduğunu biliyoruz. Evliya Çelebi Tahtakale, Galata, Eyüp, Üsküdar kadılıkları içinde 1,000’den fazla meyhanenin faaliyet gösterdiğini, bu meyhanelerde çalışanların sayısının 6,000’i bulunduğunu Seyahatnamesinde yazmıştır. Meyhanelerin bulunduğu başlıca semtler: Aksaray, Langa, Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere, Kuzguncuk, Çengelköy ve Kadıköy'dür. Bu semtlerin tümü İstanbul’un gayrimüslim nüfusunun yoğun olduğu semtlerdir ve meyhanecilik o dönemlerde kural olarak Gayrimüslimlerin işidir. O dönem meyhaneleri üç ana sınıfta ele alabiliriz. Gedikli – Koltuk ve Ayaklı meyhane. Gedikli meyhaneler sık sık ziyaret edildiği için gediklisi olmuş veya resmi çalışma iznini almış meyhaneler olarak düşünebiliriz. Osmanlı’da her meslek grubunun olduğu gibi meyhanelerin de bir loncası bulunmaktaydı. Hatta Gedikli meyhaneler de kendi içlerinde küplü meyhaneler, gemici meyhaneleri, kebir meyhaneleri gibi sınıflara ayrılmaktaydı. Koltuk meyhaneleri ise müdavimlerinin genellikle yoksul kesimin oluşturduğu, aslında bakkal, manav, turşucu gibi içki satma ruhsatı olmayan dükkanların gizli bir köşesinde kurulmuş meyhanelerdi. Hatta dışarda içki içtiğinin görülmesini istemeyen kimi memur ve kâtip takımı da bu meyhanelerin müdavimiydi. Ayaklı meyhaneleri de çoğunlukla seyyar içki satıcıları olarak tanımlayabiliriz. Dükkânı, tezgâhı, fıçısı, ustası ve sakisi kendileriydi. Omuzlarında bir peşkir, bellerinde koyun bağırsağı sarılı, sırtlarında cübbe ve içi kadeh dolu halleriyle, Bahçekapı ve Galata civarında kendilerini belli ederlerdi. Müdavimleri genellikle yalın ayaklı kayıkçılar, hammallar, uşaklar ve yanaşmalardı. Rakı yaklaşık 300 yıl kadar önce Irak'ta yapılmaya başlandığından Iraki olarak adlandırıldığı gibi, üzüm suyunun damıtılmasından elde edildiğinden ter anlamına gelen arak olarak da isimlendirilmiştir. Osmanlı döneminde rakı esnafına arakçıyan, işçilere de araknuş denmiştir. Ülkemizde Osmanlı döneminde yapılmaya başlanan rakı genellikle, Yahudi, Ermeni ve Rumlar tarafından imal edilmiştir. Özellikle gedikli meyhaneler bir ustanın idaresinde işletilir, bu ustaya meyhaneci ustası denirdi. Zamanla meyhane ustalarına İtalyanca sakallı dede anlamına gelen Barba denmeye başlandı. Barbaların kalendermeşrep, hoşgörü sahibi, bununla birlikte gereğinde otoriter ve sert kişiler oldukları görüldü. Meyhanede yiyecek içecek servisini sakiler yaparken, ortacı hizmetkarlara ve barbalara miço denilen küçük yaşta oğlan çocukları yardım ederdi. Yiyecek içecek tezgahının başındakilere tezgahçı yada mastori tabiri kullanılırdı. Yemekleri aşçı hazırlar, aşçının bir de yamağı bulunurdu. Gedikli meyhanelerde, sofraya şamdan getiren ve müşterilerin çubuklarına ateş koyan meyhane uşaklarına da ateşçi ya da ateşoğlanı veya pedimu denirdi. Meyhanelerdeki bir diğer hizmetkar grubu da tavşanoğlanlar ve köçekler olup rakkas olarak görev yaparlardı. Sakiler çoğunlukla efemine tipli genç ve güzel oğlanlardan seçilir, bunların temizliklerine ve kıyafetlerine büyük özen gösterilirdi. Sakinin güzel yüzlü, güzel huylu, boyu posu yerinde olması istenirdi. Osmanlı döneminde meyhaneleri konu alan şiirlerde özellikle sakiler için nice sakiname yazılmıştır. Sakiler özellikle Sakız Adalı Rum ile Ermeni ve Kıpti gençlerden seçilirdi. İyi bir barba müşterisini ismi ile tanır ve gece sonunda ne yiyip ne içtiğinin hesabını tutmaya gerek kalmadan misafirinin ekonomik durumuna göre bir hesabı önüne koyardı. 19.yüzyıla geldiğimizde ise artık kadının yeri olmayan meyhanelerin yerini özellikle batı tarzından Paris’teki ‘Folies Berger’i andıran modern alafranga eğlence yerlerinin tepebaşı ve çevresinde aldığını biliyoruz O döneme kadar sadece oturak alemlerinde görülen kadının yerini lüks oteller, kafeşantanlar ve kabarelerle küçük bir Paris almıştı. İşte bu dönemde 2.Abdülhamit’in baş mabeyincisi Sarıca Ragıp Paşa Tekirdağ yolu üzerinde Umurca çiftliğini ve Denizkızı (Bozcaada) rakısı üretilmekteydi. Dönemin bir diğer markası da Üzüm Kızı rakısıydı. Rakı milli mücadele döneminde yasaklı olmasına rağmen özellikle Bolşeviklerden kaçıp gelen 300 bin Rus’un da etkisiyle rakı Beyoğlu kültüründe o dönem bin bir rezillikle devam etmiştir. Atatürk’ün en sevdiği rakılar Bilecik ve Dimitrikopulo rakılarıdır. Ayrıca kulüp rakısının hiç değişmeyen etiketinde de oturan 2 kişinin kim oldukları hep tartışılsa da aslen Lebon’da demlenen İhap Hulusi, Ahmet Haşim, Mithat Cemal, Yahya Kemal veya Yusuf Ziya Ortaç’tan biri olması kuvvetle muhtemeldir. Rakının milli içkimiz olmasına Rum dostlarımızın büyük katkısı vardır. Ancak rakı hem rakı adabı ve de karakteristik özellikleri ile çipuro ve Uzo’dan ayrılır. 1-) Rakı ile uygun meze çeşitleri nelerdir? Eski zamanlarda bugünkü gibi sofranıza bir tepside getirilen çeşit çeşit mezeler yoktu. Rakının yanında servis edilen hatta ayak üstü verilen mezeler sadece leblebi, lahana turşusu, yaprağı, havuç dilimleri idi.  Dolayısı ile rakı sofrası için söylenen “meze sohbet aracıdır, rakı sofrasında amaç doymak değildir” algısı bu eski kültürden geliyor olabilir. Ancak takdir edersiniz ki, bugün önümüze sunulan çeşit çeşit mezeler rakı soframızın neredeyse vazgeçilmez ana yemekleri haline gelmiştir. Mezenin sofrada varlığı, rakının yavaş yavaş içilmesini sağladığı için önemlidir ama rakının keyfini de mezeler sayesinde çıktığını unutmamak gerek. Öyle ki, gerek edeb-erkan bilmezlik, gerek patırtı ve kavganın eksik olmadığı meze sofralarında, mezeler tek başlarına kalender ve derin sohbetlerin çeşnisi olmuştur. Baktığımızda, bu içki ve mezenin birlikte arz-ı endam ettiği en önemli yerler ise meyhanelerdir. Meyhaneler kendi jargonuyla daima ayrı bir alemin simgesi olmuştur. Çünkü her ne kadar meyhaneler yerini içkili lokantalara bırakmış olsa da ve bunlar da meyhane olarak adlandırılsa da içkinin yanında sadece meze veren yerdir meyhaneler. Ve buradaki meze de doyumluk değil tadımlıktır. Bizler meze anlamında da çok zengin bir coğrafyadayız. O önümüze sunulan tepside bulunan çeşit çeşit mezelerden bazıları haydari, acılı ezme, şakşuka ve humustur. Benim rakı ile en çok yakıştırdıklarım ise haydari, patlıcan ezme ve levrek marin’dir. 2-) Rakıya neden aslan sütü de denilmektedir? Rakının en güzel içildiği yerlerden biri ise İzmir’deki ‘Anastapoulos” kardeşlerin şimdiki Bornova Caddesi’nde bulunan meyhanesiydi. Eski rakı fıçılarının üzerinde ailenin amblemi olan bir aslan vardı. İzmirliler o gün bu gündür rakıya “Aslan sütü” derler. İzmir meyhanelerinde; Taze balıklar, siyah ve sarı havyar, Gelibolu sardalyesi, Trilye zeytini, balık yumurtası, türlü peynirler ve meyveler rakı sofralarında meze edilmekteydi. Bir rivayete göre de rakının çok açık saf bir rengi vardır ama su ile karıştırıldığında sütümsü bir renk alır. Bu yüzden de aslan sütü olarak da anılmaktadır. 3-) Çilingir sofrası deyimi nereden gelmektedir? Kimisi tarihimizden Osmanlı Dönemi’ne dayandırır, kimisi ise Moğollara. Açıkçası bu tabir ile ilgili çokça rivayet de bulunmaktadır. Bir rivayete göre sofranın çilingir sofrası olabilmesi için herhangi bir içki değil, o sofrada rakı olması gerekir. Bu sebeple, rakı sofraları çilingir sofrası olarak anılmaktadır. Bir diğer rivayete göre Rakı masasına oturan insan şişeyi boşalttıkça daha çok konuşmaya, içinde kendisiyle ilgili sırları tek tek anlatmaya başlarmış. İçindeki bu gizli kapılar açıldıkça da maskeler atılır, herkes kendi olurmuş. Bu çilingir marifeti de sofraya adını vererek çilingir sofrasını oluştururmuş. Öyle ki, Osmanlı döneminde, imparatorluğun önemli ve mevki sahibi devlet ve ticaret adamları yanlarında çalıştıracağı elemanları işe almadan önce rakı sofrasına oturturlarmış. Bu sayede alkolün de etkisiyle kişiliği ve insanlığı hakkında bilgi sahibi oldukları elemanı, yanlarında çalıştırıp çalıştırmayacaklarına karar verirlermiş. Rakı, sofranın çiligiri olurmuş. Çok kıymetli bir sözcük olacak ki “Çilingir Sofrası” Kelimesi Türk Dil Kurumu sözlüğüne bile; Üzerine meze ve içki konmuş tepsi, küçük içki sofrası olarak girmiştir. O zaman, Haydi Abbas vakit tamam / Akşam diyordun, işte oldu akşam / Kur bakalım çilingir soframızı / Dinsin artık bu kalp ağrısı 4-) En iyi rakı ikilisi hangisidir ? Bu sorunun yanıtını vermeden önce rakı sofralarının ünlü bir alıntısını da sizler ile paylaşmak isterim. Eski dönemlerde bir paşa’nın yaveri paşa’nın sek rakı içtiğini bilerek sofrasına servis edermiş. Bir gün bu yaver değişmiş. Paşa rakı servis edilmesini istediği vakit yaver rakı üzerine suyu tam katarken Paşa yaver’i durdurmuş ve Yaver’e demiş ki “Helal ile haram karıştırıl mı? Ben Rakı’mı sek içerim”. Rakıyı İÇMEYECEKSİN; yaşayacaksın nasıl ki yaşadıklarına “tek” olarak dayanıyorsan rakıyı da “sek” olarak o yaşadıklarına ortak edeceksin derler. Eski zamanlarda rakı her ne kadar tek başına içilen atıştırmalık bir içki olsa dahi, günümüzde rakı birçok ikili ile içilmektedir. RAKI-SU Evvela su olmalıdır rakının yanında. Bu en yaygın rakının içilme şekli olduğunu söyleyebilirim. Bardağın yarısını rakı, yarısını suyla doldurmak en ideal tariftir. Önce rakı konmalı kadehe, daha sonra su. Su olmazsa rakının keyfi çıkmaz. Sek içilen rakı daha çabuk sarhoş olmaya, rakının keyfinden mahrum kalmaya sebep olur. Keyif için içilmeyecekse de rakı içmenin alemi yoktur. Rakının içine buz da katmayı tercih edenler vardır. Ancak buz konulduğunda zamanla eriyip suya dönüşeceği için başta ayarlanan rakı-su dengesi bozulur ve rakıdan alınan tada su kaçmasına sebep olur. Bu yüzden rakı erbapları rakıya buz koymak yerine soğuk rakıya soğuk su katmayı tercih ederler. RAKI – ŞALGAM Şalgam vücuttaki alkol oranını düşürüp denge sağladığı için Rakı’nın yanında tercih edilen bir diğer içecektir. Ben bu ikili ile, Adana Bölgesi’nde iş nedeni ile uzun zaman kalmak durumunda kaldığım zamanlarda tanışmış olup, o gündür bugündür çok severek yan yana içmekteyim =) RAKI – ÇAY Rakı sofrasında belli miktar oturulduktan sonra, ağzı ve zihni temizlemek amaçlı içilen çaya, rakı arası çayı denir. Genelde 3-4 kadeh sonrasında başlanarak, sonrasında ki her kadeh arasına sıkıştırılması durumunda faydalı sonuçları olduğu gözlenmiştir. Şekersiz içilmesi tavsiye edilen çayda rakı sofralarında yerini almıştır. Anadolu da bazı bölgelerde yaygın olan rakı arası çay uygulaması, son dönem batı bölgelerde yaygınlaşmaya başlamıştır. RAKI’lı AYRAN Bana göre rakı’nın en ilginç içilme şekli ayran’lı rakı olmuştur. Biraz geçmişini araştırınca, bir vapur hikayesine dayandığını öğrendim. 1950’li yılların sonunda özellikle Cumartesi geceleri şehir hatlarınca tahsis edilen bir vapurda gençler için danslı gece eğlenceleri düzenlenirmiş. Burada mutlaka bir dans yarışması yapılırmış. Vapurda alkol yasak olduğu için bu işin gizlice yapılması gerekiyordu. Anason kokusunu bir nebze kesip rengi ile kamufle eden ayran gençlerin o dönemki ihtiyaçlarına tam olarak cevap verdi. Ayranlı rakı bu tür eğlencelerin vazgeçilmez içkisi haline geldi. Size tavsiyemiz rakı içiyorsanız mutlaka birinin size eşlik etmesini sağlayın. Çünkü bilindiği üzere rakının yanında giden en güzel şey MUHABBETTİR. 5-) Osmanlı’dan günümüze bir rakı efsanesi Bekri Mustafa kimdir? Bilindiği gibi rakı ile ilgili hikayeler çoğunlukla Bektaşi Baba fıkraları ve pirimiz Bekri Mustafa’nın kıssalarında bulunur. Bektaşi Baba fıkraları daha ziyade dini baskılara karşı yapılan isyan mahiyetinde tezahür ederken, Bekri Mustafa öyküleri adeta idari baskılara karşı bir başkaldırıdır. Astığı astık kestiği kestik 4. Murat gibi bir sultana başkaldırı yapabilmek her baba yiğidin harcı değildir. Bu nedenle de ünü asırlarca sürüp günümüze kadar gelmiştir. Onu hayata küstüren ve içkiye veren ela gözlü bir dilbere duyduğu hudutsuz bir sevgidir. Kadırga doğumlu Bekri Mustafa’nın çocukluğu bolluk bereket içerisinde geçmiştir. İlk gençlik yıllarında babasının yorgancı dükkanında çalışıp, ardından babası dükkânı kapatınca babasının bir arkadaşının yanına geçmiştir. Bekri Mustafa’nın hayatının dönüm noktası bir gün gelin zifaf odası için yapılan siparişi teslim almaya gelen 17 yaşındaki dilberle karşılaşması olmuştur. Kızımızın ismi Nazlı’dır. Günler geceler boyu bu kızı düşünmüş, aşkını defalarca söyledikten sonra ailesini kızı istemeye yollamıştır. Ancak kızın annesi maalesef bu izdivacı Mustafa’nın ailesinin sosyal statüsünü mazeret gösterip reddetmiştir. İşte bu acılı günlerde bir öğleden sonra Mustafa’nın yakın arkadaşları Yamuk Osman ile Bıdık Hasan’ın ittirmesi ile kendini Kumkapı’daki Karabıçak gedikli meyhanesinde bulur. Gün gelir işte bu efsaneye “çok içki içen” anlamında Bekri lakabı takılır. Sayımız sofrada “kadehleriniz boş kalmasın” dilekleriyle Bekri Mustafa’ya da kadeh kaldırılır. Gelgelelim bir Bekri Mustafa kıssasına… Günlerden bir gün 4. Murat sadrazamı ile tebdil-i kıyafet halkın arasına karışır. Beşiktaş’tan bindikleri motorla Üsküdar’a gitmektedirler. Boğazın ortasında Bekr-i Mustafa bunlara birer kadeh rakı ikram eder,ardından ikinci kadehi istediklerine de Bekr-i Mustafa reddetmez. Bunun üzerine Sultan dayanamaz sorar : Bekr-i Mustafa sen Sultan’ın emrini duymadın mı? Hiç korkmaz mısın? Efendiler denizin ortasında sultan bizi nereden duysun? Peki ya ben Sultan yanımdaki de sadrazamımsa ne diyeceksin? Al işte sizlere de hiç içki içirmeye gelmiyor, iki kadeh içtiniz, biriniz Sultan diğeriniz de sadrazam oluverdi! 6-) Günümüze kadar gelebilen az sayıda “gerçek” meyhaneler ve meyhanede muhabbetin adabı üzerine … İstanbul’da nerede meyhaneye gitmeli diye soracak olursanız, eğer daha evvel yolunuz düşmediyse İstanbul’un Paris’i olarak anılan Samatya’ya ve tabii ki Kumkapı’ya uğramanızı öneririm. Her iki semt de vakti zamanında bizleri rakı-meze kültürü ile tanıştıran Rum ve Ermeni balıkçıları ve tabii ki meyhaneleri ile meşhurmuş. Bu meyhanelerden Kumkapı’da Kör Agop ve Samatya Yedikule arasındaki Safa Meyhanesi sadece lezzetleri değil mekân dekoru ile de size eski meyhaneleri yaşatır. Öte yandan Samatya Balıkçılar Çarşısı’nda Matya’da tavsiye edeceğim adreslerden biridir. Dileyenler, bir zamanların İkinci Bahar dizisinin nostaljisi için bir fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmesinler. Balat’taki popüler mekanlardan Agora ve Cibalikapı Balıkçısı’da hoş birer seçim olabilir. Fakat benim tercihimi merak ediyorsanız fiyat kalite ilişkisinde salaş ortamında Balat Sahil restoranı tavsiye ederim. Beyoğlu – Karaköy ekseninde de artık klasikleşmiş Refik ve Yakup 2 İstanbul’da meyhane kültürünü yaşatmaya gayret eden az sayıda mekanların başında geliyor. Nitekim her iki işletme de aynı aile olup meyhaneciliği Rize Çamlıhemşin köyünden gelip, Rum meyhanecilerden öğrenmişler. Malum sebeplerden Rum meyhaneleri de tek tek kapanınca meyhanecilik mesleğini kendileri devam ettirmişler. Rumlardan öğrendikleri meze kültürü sayesinde iyi bir servis veriyorlar. 7-) Rakıyı ucuzlatan meşhur Başbakan Recep Peker’in ilginç hikayesi… Son yıllarda alkol tüketimine ve içkili mekanlara yönelik gözle görülür bir baskıyı hissededuralım, bu ülke tarihinde ilginç bir şekilde rakıyı ucuzlatan bir Başbakan da görmüştür. Hikayemiz 2. Dünya Savaşı dönemidir. Malum 38 milyon insanın hayatını kaybettiği savaş döneminde temel gıda maddeleri bile karneye bağlanmıştı. İşte bu dönemin hemen ertesinde iktidara gelen Recep Peker hükümeti sadece birikmiş olan ekonomik sorunlarla değil, savaş sırasında oluşmuş sosyal yaralarla da ilgilenmek durumundaydı. İşte bu yaralardan biri de toplumun belli bir kesimini oluşturan “mavi ispirto müptelaları” idi. Toplum sağlığını koruyabilmek adına 1942 yılında içki fiyatları ucuzlatılmış lakin rakının fiyatı sabit kalmıştı. Mecliste mevcut durumu anlatıp Başbakan Recep Peker, mavi ispirto ile mücadele kapsamında rakı fiyatını ucuzlatma yönergesi verdiğinde ilk sert tepkiyi de o dönem Yeşilay’ın başkanı Fahrettin Kerim Gökay’dan almıştı. Sonrasında dönemin ünlü yazarları Refik Halid Karay, Cemal Refik, Nadir Nadi, Burhan Felek, Yusuf Ziya Ortaç da köşe yazıları ile tartışmaya dahil olmuşlardı. Rakı fiyatları yüksek kaldıkça halkın öldürücü ve zehirli ispirtoları içtiğini gören hükümet Yeşilay’ın tüm çabalarına rağmen 15 Ocak 1947 tarihinde 50’lik Kulüp Rakı’yı 450 kuruştan 350 kuruşa, kiloluk Yeni Rakı’yı da 700 kuruştan 500 kuruşa indirmişti. Fiyatların ucuzlaştırılması rakı tüketiminde rekor kırılmasına sebep oldu. İleriki yıllarda toplumun gelişen içki kültürüne paralel olarak mavi ispirto müptelalığı da tarihe karıştı. İşte bir zamanlar böyle vatandaşın halinden anlayan, sağ duyulu iyi başbakanlarımız da varmış. 8 -) Rakı bir amaç mı yoksa araç mı olmalı ? Bizlere göre rakı mutlaka bir araç olmalıdır. Rakı eğer araç yerine amaca dönmüşse acilen alkolle aranıza mesafe koymalı, sizin esir almasına izin vermemelisinizdir. O son duble ya kadehte ya da şişede esir kalmalıdır. Zaten keyif için asıl olan da iki dubleyi geçmemektir. İçkinin dozuyla orantılı olarak yaratacağı etkiler de farklılıklar gösterir. Bu etki yaşadığımız günün koşullarına göre de değişebilir. Yaşantımız gün be gün aynı olamaz. İşte bu yüzden kadehi her elimize aldığımızda bizi götürdüğü sahiller farklı olacaktır. Hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Bazen sevmiyor bazen de üzülüyoruz. İşlerimizin iyi gittiği de oluyor, kötü gittiği de. İçki günün sıkıntılarını azaltıyor. Hatta dostlarla bir arada içmenin tadı da başka oluyor. Zaten yanlarında saçmalasak da gerçeğimizi her daim görebilenler değil midir gerçek dostlarımız? Peki ya aşk, toplum tarafından kabul edilen tek delilik değil midir? Duygulara, hayatı etkileyen gerçek konulara değinmeden havadan sudan konuşarak yaşadığımızı ne kadar hissedebiliriz ki? Hayatta pek çok şeyi, pek çok şey sanıp bu yüzden de çoğunlukla yanılmıyor muyduk? İnsan bedeninin dışına çıkıp kendine bakabilmeliydi. Asıl olan hayatta dengede kalabilmekti. Denge de zaten etrafımızda olan her şeye rağmen olmamız gereken kişiyi unutmamak değil midir? Zor zamanlarda bile insanı hayata bağlayan basit keyifler vardır. İşte bizler de biraz olsun keyif verebilmişsek size ne mutlu. Kadehler boş kalmasın! Rakınız kaymak sofranız bereketli, muhabbetiniz daim olsun!

Devamını Oku

By Nesim Şalom

Arkeoloji, Mitoloji ve Sanat Tarihinden Kısa Notlar

Nesim Şalom – İstanbul Tükenmeden Gezgini HADES ve PERSAPHONE Floransa’daki Borghese Galerisi'nde bulunan bu muhteşem heykel de Gian Lorenzo Bernini’nin 1623’te tamamladığı eseri Hades’in Persaphone’u Kaçırması. Hades’in Roma Mitolojisindeki karşılığı Pluton’dur. Mitoloji’deki hikayesini çok kısaca aktaracağım. Gökteki Baş Tanrı Zeus, yeryüzünü paylaştırırken, denizleri Poseidon’a, yeri ve toprağı Hades’e verir. Yeraltı Tanrısı olduğundan tüm değerli madenlerin sahibidir ve kimin zengin kimin fakir olacağına o karar verir. Yeraltı ve Ölüm Tanrısı Hades, kötü karakteri ve zalimliği ile bilinir. Heykelin konusu bu sahnede, arzuladığı Persaphone’a sahip olmak için onu kaçırır ve yaşadığı yerin altına indirir. Persaphone ise Tarım ve Bereket Tanrıçası’dır. Persaphone’nin annesi Tanrıça Demeter (Roma Mitolojisinde Ceres), baş Tanrı Zeus’tan kızını kurtarmasını ister. Bunun üzerine Zeus kardeşi olan Hades’i ikna ederek Persaphone’u 6 ay yer altında tutup 6 ay serbest bırakmasını sağlar. Mitolojiye göre mevsimlerin devinimi Persaphone’nun yer altına inip tekrar yeryüzüne dönmesiyle bağdaştırılır. (Eulosis Gizemlerinde de bu devinim anlatılmaktadır.) Heykelin arkasında ise Hades’in 3 başlı canavar köpeği Kerberos görülüyor. Kerberos’un diğer adı Cehennem Kapısı’nın Bekçisi’dir. Gelelim bahsetmek istediğim ilişkiye: Aşağıda konuyla ilişkin alakasız görülebilecek heykel ise Zonguldak Ereğli’nin sembolüdür. Ereğli adı Türkçe’ye Bizans İmparatoru Herakliyas’ın buraya verdiği isimden gelir. Herakliyas ise Hercules’dir. Güçlü kuvvetli Hercules’e Tanrıların verdiği görevlerden biri de Hades’in 3 başlı canavar köpeği Kerberos’u yakalayıp boğmaktır. Yani Cehennemin Kapısının bekçisini.. Ereğli’de ki bu heykel Herkül’ün Kerberos’u yakalayıp boğma anıdır. Ereğli’ye turistik amaçlı gelenlerin en başta ziyaret ettikleri yer ise burada bulunan Cehennem Ağzı Mağaraları’dır (aşağıdaki 2 resim). Yani Eregli’de, Herakliyas’ın Kerberos’u tutması sayesinde doğal oluşum Cehennem Mağaralarının ağzından girilebilmektedir.

Devamını Oku

By Nermin Hatay

Aziz Polyeuktos Kilisesi ve Anicia Luciana’nın Kayıp Yazıtı !

Profesyonel Tur Rehberi Nermin Hatay Hikayesi olmayan hiçbir şey bizi çekmez. Hikâye, bir şeyin ruhu olduğuna dair tek işarettir. İnsanda da nesnelerde de öyledir. Bizi çeken nesnelerin hikayesi tarihlerinde saklıdır,tıpkı insan hikayelerinin biyografilerinde saklı olduğu gibi. Yüze atılan her çizik kişinin biyografisinde gizlenmiş hikâyesinden bir parçadır. Biyografiye olan merakımız bu yüzdendir. İnsana dair bir sırrı da ancak böyle çözeriz. Sır çözme arzusu insanın hayat yolundaki en büyük macerasıdır. Yaşayan bir nesne olarak İstanbul biyografik destanlar şehridir. Modernizmin getirdiği her türlü yıkıcılığa rağmen köşe bucakta saklı bir tarih parçasının çekiciliğine kapılmadan dolaşmak mümkün değildir. Tabii hikayesini biliyorsanız, gezmek bu büyüyü tecrübe etmenin nadir yollarından biridir. Her adım, her gezi şehre dair hatıralara şahit olmak demektir. Bu tıpkı cansız görünen nesneye yeniden can vermek olarak da tanımlanabilir. Nesnesi artık bir hayale dönse bile hikayesi tarihinde saklı İstanbul semtlerinden biri de Şehzadebaşı’dır. Unkapanı’ndan Aksaray'a doğru giderken yüzünüz denize doğru bakıyorsa solunuzda direkler arası ve Şehzadebaşı camisi kalacaktır. Daha geride Bozdoğan kemeri kendini gösterir. Caminin karsında estetik değerini bulmak için bayağı bir çaba sarf etmeniz gereken Büyükşehir Belediyesi binası yer alır. Sağdan yürümeye devam ederseniz ise Fatih semtine gidersiniz. Bu güzergahta sağınızda kalacak şekilde yerin altına itilmiş gibi duran bir kalıntı yığını vardır. Hikayesini biliyorsanız ilgiyle izlersiniz. Zengin hikayeleri olan bir yapının metruk kalıntıları sizi karşılar. Bu meşhur Aziz Polyeuktos kilisesi’dir. Ayasofya’dan önce İstanbul'un en muhteşem kilisesi 6. Yüzyılda yaşayan müzik bilgini Romonos Melodos'un kantakiası, hymn 54/21'de geçen Justinien'in söylediği bir cümlenin muhatabı olan kilisedir. Romonos'a göre Imparator Justinien Aya Sofya'yı bitirince “Seni geçtim Süleyman!” demistir. Bu sözün Yahudi peygamber Süleyman ve onun Tapınağı ile ilgisi yoktur. Aslında Justinien gerçekte Süleyman Mabedi’ne benzetilerek yapılan Polyeuktos kilisesi için bu sözü sarf etmiştir. Biraz da hiç sevmediği kilisenin banisi prenses Juliana'ya telmih vardır. Sözün anlamı şudur; 'Ey Juliana seni ve muhteşem eserini geçtim' Kilisenin hikayesi’ne ve meşhur prenses Anicia Juliana kim olduğunu siz de merak ediyorsunuzdur.Anikia Juliana (462-528)  Batı Roma imparatoru Olybrius Anicius Augustus'un kızı olarak İstanbul'da yaşamıştır. Politik hırsı dolayısıyla general Flavius Areobindus ile evlenmiş ama umduğunu bulamamıştır. Oldukça dindar ve diyofizit yanlısıdır ve Monofizitlerle ciddi mücadele etmiştir. Politika konusundaki sertliğini inanç bağlamında da sürdürür. İmparator Anastasius'un Kadıköy konsilini tanımaması onu öfkelendirmiştir.Sanatın ve kilise mimarisinin philoktistesi yani hamisidir.İstanbul'da pekçok kilise yaptırdığını biliyoruz, fakat onun göz bebeği Polyeuktos olacaktır. Enteresan bir sekilde tıp ve eczacılığa ilgisi vardır. Bundan dolayı Honoratea'da/Pera'da bir kilise insa ettirince bölge halkı kendisine bir kitap hediye etmiştir. Son derece önemli olan bu kitap Dioscurides ( Codex Vindobonensis ) veya Anicia Juliana Codex diye bilinir.İlk hali MS.1. yüzyılda kaleme alınan bu eserde botanikten tıbba,eczacılğa kadar her tür doğa bilgisi mevcuttur. Kitabın ithaf sayfasında yaptırdığı kilisenin bulunduğu mahalle halkı Anicia'ya şükranlarını sunar. Kitabın 6.sayfasında kendi portresi de vardır. Bu kitap 1350'de İstanbul'da Vaftizci Yahya manastırında Neophytos adlı bir kesiş tarafından revize edilecektir. Aynı metin 1406'da aynı manastırda John Chortasmenos tarafından tekrardan düzenlenecektir. Kitap Kanuni Sultan Süleyman'ın doktoru Joseph Hamon'un eline geçer. Onun mülkiyetindeki eser batıya Alman elçisi Busbecq tarafından tanıtılacaktır. Bugün Avusturya'da bulunan bu manuscrpte Anicia Codex denmesinin sebebi budur. Juliana'nın göz bebeği kilisesine geldiğimizde; her şeyden önce bu eser sadece dinsel duygularla yapılmış değildir. Yapının aynı zamanda kendisinin de içerisinden geldiği Theodosius ailesinin sembolü olarak insa edildiğini biliyoruz. Kilisenin yapıldığı yerin de tesadüf seçilmediği anlaşılmaktadır. Çünkü bu bölgede (Saraçhane/Constantinianae) Theodosius ailesine ait pek çok saray ve yapı bulunmaktadır. Zaten yaptırdığı kilisenin yerinde daha önceden büyük büyük annesi Eudocia'nın  insa ettirdiği daha küçük çapta bir baska Polyeuktos kilisesi daha mevcuttu. Juliana bu binayı yıkacak ve yerine kendi göz bebeğini, anıtsal Polyeuktos kilisesini yapacaktır. Kilisenin kendisine adandığı Polyeuktos Melitene yani bugün Malatya'da Roma'lı askerdir. Pagan iken Hrıstiyan olur. Kayınpederi olan vali Felix ve ailesi buna şiddetle karsı çıkarlarsa da o kararından dönmez. 10.yüzyılda yasadığı tahmin edilen Symeon Metaphrastes'e göre; Polyeuktos bir gün Malatya şehir meydanında imparator Decius'un herkesin putlara tapmasını emrettiği genelgesini yırtar. Biraz sonra şehir meydanında put heykelleri taşıyan kalabalığı görünce onlara saldırır ve putları kırmaya baslar. Yetkililer Polyeuktos'u yakalar ve ailesinin gözü önünde kafasını keserler. Malatya'da gömülür ve daha sonra üzerine bir kilise inşa edilir. Ne zaman öldüğü hakkında farklı rivayetler varsa da, MS 250 en doğru tahmin gibi görünmektedir. Bir baska tahmin de 255 civarı Valerian dönemidir. Hem doğu hem batı kiliselerinde ahde vefanın ve yeminlerin koruyucu azizi olarak çok önemli bir yer tutar. Juliana'nın kilise inşasına başlama tarihi 524 civarıdır.527 yılında imparator Justinien döneminde tamamlanır. Kilise Ayasofya'dan önceki en müthiş yaptıdır.Binanın klasik mimari ayrıntıları bir yana bırakılırsa, en çarpıcı özelliği Kudüs'teki Süleyman Mabedi'ni esas alarak insa edilmiş olmasıdır. Kilisenin hafiri olan Richard Martin'e göre zeminin düzenlenişi, sık kullanılan palmiye motifleri, nar sembolizmi, leylak bezemeler... bunlara işarettir. Ayrıca kilise içerisinde Süleyman Mabedi'ne olan referans bir baska kanıttır. Buna şaşmamak gerekir. Çünkü Bizans geleneğinde saltanatın sembolü olarak Davut ve Süleyman figürleri her bağlamda kullanılmıştır. Leo 3'ün Eclogası,Basil döneminde peygamber Elijah'ın gündeme gelmesi ve bir Süleyman heykeli yaptırması gibi çok sayıda örnek vardır. Bunun en bilineni Magnaura'da bulunan ve mekanik bir sistemle çalışan Süleyman'ın Tahtıdır. Kilisenin Haçlı Seferlerinden sonra terkedildiği sanılıyor. Bu süreçte bazı parçaların yağmalandığı İtalya'da San Marko kilisesinde kullanıldığını biliyoruz. Bu parçalar hala görülebilmektedir. Yapıya ait bazı unsurlar baska binaların insasında da kullanılmıştır. Zeyrek'de Pentakrator'da birkaç örnek mevcuttur. Polyeuktos'tan bahseden son görgü şahidi Novgorad'lı  Antony'dir.1200 Yılında İstanbul'a gelmiş ve yapıyı görmüştür. Kilise ibadet dışında imparatorluğun siyasal sembolü olan emperyal yürüyüş alaylarında önemli rol oynamış görünmektedir. Books of Ceremonies'e göre imparator Paskalya kutlamaları sürecindeki Easter Monday’de yanındakilerle birlikte Büyük Saray'dan çıkar ve Havariler Kilisesine kadar yürürdü. Forum Toiri (Bayezıt) bölgesini geçince yürüyüş alayı Şehzadebaşı’na gelir ve imparator Polyeuktos'ta durur, burada elindeki meşaleyi yenisiyle değişirdi. Kiliseye ait en ilginç parçalardan biri az sayıda bulunan kitabelerdir. Orijinalde yapının hem içine hem de dışına yazılan bu kitabeler Juliana'yı övmektedir. Kazılarda sadece birkaç satırı keşfedilen bu yazıtın şans eseri tam nüshası Greek Anthology (Anthologia Palatina) denilen 10.yüzyıla ait bir koleksiyonda kaydedilmiştir. Muhtemelen Juliana'nın belirlediği sekilde yazılan metnin Anthology'de 1-41. satır arasına denk düşen bölümü naosda,42-76. bölüm de nartekste bulunmaktaydı. Kilisenin Süleyman Mabedi'ne benzer sekilde yapıldığı ifadesi her ne kadar kazılarda ortaya çıkmamış olsa da Anthology'de korunmuştur .Bu hoş ve önemli yazıt Anicia Juliana'nın bize kalan en derin sırlarının sembolüdür metinlerin geri planında ne varsa sadece o bilmektedir. Âmâ artık bizi de ortak etmiştir. Bu yazıtın Grekçe orijinalinden İngilizceye tercümesinin Türkçesini aşağıya veriyoruz. Fakat metni Klasik Diller/Grekçe uzmanı bir arkadaşımıza kontrol ettirdik. Bakalım bu tercümenin satır aralarından Juliana'ya uzanan bir yol bulabilecek miyiz ? Bir seyyah ruhuyla okumanızı tavsiye ederiz ; '' İlahi inayete mazhar olan Polyeuktos için buradaki kiliseyi yaptıran ilk kisi, tanrıyı yüceltme arzusundaki imparatoriçe Eudocia idi. Fakat O kilisesini şimdiki kilise gibi ve bu kadar büyük insa etmemişti. Ama bunun sebebi kaynak yetersizliği veya bazı seylerin eksik bırakılması değildir. Bir kraliçe için eksiklik olur  mu ? Fakat O (Eudocia) kilisesinin kendi soyundan gelen biri tarafından daha muhteşem yapılacağını ilahi ilham vasıtasıyla önceden öğrenmişti. Bu sülaleden gelen, mübarek ailesinin parlak nuru, dördüncü nesilde ayni saltanat kanından olan Juliana, bu en zarif çocuğun ebeveyni imparatoriçenin (Eudocia'nın) umutlarını kırmadan, daha küçük orjinalini esas alarak su anki sekli ve hacminde olan binayı insa etti. Atalarının kudretli izzetini inkişaf ettirdi. O (Juliana) Sadece Mesih'e adanmış hakiki bir iman ile yaptığı her şeyi atalarının yaptıklarından daha mükemmel bir şekilde icra etti. Yaptığı güzel faaliyetlerle atalarını bile onurlandıran mümin Juliana'yı duymayan mı var? Sadece alnının teri ile ölümsüz Polyeuktos'a yaraşır değerli bir mesken insa etti. Çünkü O İlahi Krallığın yiğitlerine lekesiz armağanların nasıl sunulacağını biliyordu. Bütün dünya, her şehir onun büyük isler yaparak atalarını yüceltişini haykırır. Juliana'nın azizlere muhteşem tapınaklar yapmadığı tek bir yer gösterebilir misin? Senin imanlı ellerinden çıkmış icraatlarının işaretini taşımayan bir mekân var mıdır? İmanlı gayretini bilmeyen neresi var? Yeryüzünün sakinleri, daima hatırlanacak olan senin islerini terennüm eder. İman gayreti ile yaptığın icraatlar saklı değildir. Emekle yapılan işler unutulmaz. Hatta tanrıya adadığın mabetlerin sayısını sen bile bilmiyorsun. Sanırım dünyada tanrıya hizmet edenleri ululamak için sayısız tapınaklar inşa eden sadece sensin. Atalarının hayırlı işler yapan adımlarını izleyerek, o iman içerisinde ebedi soyuna sekil verdi. Bundan dolayı uğruna bağış yaptığı ve kiliseler inşa ettiği semavi Kral'ın hizmetçileri (azizler) O'nu, oğlunu ve oğlunun kızlarını korusun. Bu çok çalışkan ailenin ifade edilemez, izzeti güneş varlığını sürdürdükçe devam etsin. Hangi koro Juliana'nın icraatlarını yeterince öven ilahiler terennüm edebilir. O Roma'yı donatan Konstantin'i, Theodosius'un ışıl ışıl parlayan altın nurunu, atalarının hükümran soyunu izleyerek ailesine bedel isler yaptı ve kısa zamanda pek çok önemli isi kemaline erdirdi. O tek basına bütün zamanı zapt etti ve tanrıya ulaşmak için ince ince işlenmiş muhteşem bir mabet diken Süleyman'ın hikmetini aştı. Diplere kadar uzanan temelleri, yerin altından fışkırması ve semanın yıldızlarına yükselmesi nasıl bir şey ?  Batıdan doğuya doğru nasıl uzanıyor, günesin anlatılamaz parlaklığı ile nasıl da ordan oraya parlıyor. Ortadaki naosun her iki kenarında sağlam sütunlar üzerindeki sütunlar altın kaplı çatının ışınlarını destekliyor. Her iki tarafta kemerlere oyulmuş girintiler ayın her daim parlayan nurunu yaratıyor... Atalarının ruhları için, kendi hayatı için, gelecek nesiller için ve hali hazırda yaşayanlar için Juliana'nın yaptığı sayısız isler bunlardır. '' Evet Greek Anthology içinde korunan bu metin aslında kilisenin naosu ve narteksinde yazılıydı. Burada tasvir edildiği kadar etkileyici miydi ? Büyük ihtimalle evet. Bu kilise hiçbir zaman bulunamayabilirdi. Fakat Harrison ve Fıratlıdan oluşan kazı ekibi 1960'da burayı keşfedince her şey değişti. Juliana Anicia'nın sırlarını onlar deşifre etti ve  bizler şahitleri oluyoruz. Bir seye adım atmak ona şahit olmak anlamına da geliyor. Gezmek ve gezgin ruhu şahit olma arzusunun en eğlenceli yöntemi. Artık Saraçhane'ye giderken bu ruhla gitmenizi öneriyorum. Şahitlik ruhuyla.  

Devamını Oku

By Nermin Hatay

Etyemez Tekkesi – İstanbul’da az bilinen bir sokak ve hikayesi

Yazar : Profesyonel Tur Rehberi  Nermin Hatay Bugün çok hatırlatıcı bir iz kalmamış olsa bile Samatya civarı en azından 1950’li yıllara kadar eski İstanbul’un klasik havasını az çok korumaktaydı. Menderes döneminde sahil yolu üzerinde yapılan öngörüsüz imar faaliyetleri esnasında pek çok yapı ne yazık ki yıkıldı. Menderes yıkımlarından nasibini alan talihsiz bölgelerden biri de Samatya ve Davutpaşa civarı olmuştur. 1957 yılında Samatya’daki kasap İlyas mahallesinde yapılmaya başlanan Sosyal Sigortalar hastanesinin inşa edilme sürecinde, öncesinde bölgede bulunan pek çok Osmanlı ve Bizans eseri ortadan kaldırılmıştır Bunların içerisinde kelimenin tam anlamıyla artık tarih olan en önemli yapılardan biri meşhur Et Yemez veya bir başka adlandırmayla Karabacak Veli tekkesidir. Et Yemez tekkesi İstanbul’un fethinden sonra bölgede oluşturulan Müslüman mahallesinin uzantılarından birini teskil etmekteydi. Tekkenin bulunduğu yer bugün tam hastanenin olduğu alandır. Davutpasa olarak bilinen bu semt Bizans döneminde bir iskeleye sahipti ve Xerophus adıyla biliniyordu. Tekke İstanbul’un fethinden kısa bir zaman sonra Buharalı Ömer Efendinin oğlu Mirza Baba ismiyle bildiğimiz bir şeyh tarafından insa edilmiştir. Tekkenin vakfiyesi 1481 yılına aittir. Bina 2.Abdülhamit döneminde Ferid Efendinin şeyhliği sırasında tamir edilmiş ve bunu belirten kitabe avlu kapısının üzerine konmuştur. Etyemez tekkesi muhiplerinin ilginç yanları vardı. Birazdan bu meseleye tekrardan geleceğiz. Fakat daha önce önemli bir konuya kısaca temas etmek doğru olacaktır. Tekkenin yapımından önce arazide Dius manastırının olduğunu ileri sürenler varsa da bu pek doğru bir bilgi değildir. Söz konusu manastırın Vatan caddesi civarında olması daha büyük bir ihtimaldir. Fakat her halükârda tekkenin yapıldığı arazide Bizans dönemine ait mezar kalıntıları ve kilise bulunmaktaydı. Güzel bir sürpriz olacak şekilde 1957’de hastane yapımı sırasında tekke yıkılırken yanında bir şapel keşfedildi. Daha da ilginci Kilisenin apsisinde Meryem Ana’ya ait iki güzel freskoya rastlandı. Bu freskolar daha sonra Ayasofya müzesine kaldırılacaktır. Tekkeye bitişik bulunan şapel 6 metre uzunluğunda 2.50 metre genişliğindedir. 1.50 m. yüksekliğinde olan apsisin genişliği 1.40 metredir ve tam altında bir crype mevcuttur. Apsiste Bizans’ın klasik orta çağına ait iki fresko ele geçirilmiştir. Erken döneme ait olan Blacheniotissa tipli Meryem’dir. Daha geç döneme tarihlenen ise iki melek arasında duran Meryem Ana figürüdür. Tekkenin hikayesine yeniden döndüğümüzde tarihsel süreciyle ilgili bilgilerin çoğunun 18. yüzyıldan sonraya ait olduğu görülecektir. Bu dönemde şeyh Hacı Hulusi ile birlikte tekkenin Sadi tarikatı tarafından kullanılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. Sadilik 12.yüzyılda Sadeddin Cebaviye tarafından Suriye'de kurulmuştur.19. Yüzyılın sonunda şeyh Mustafa Efendi zamanında tekke yapısı, mescit, selamlık, tevhidhane, Ömer Buhari türbesi, Sadi Karabacak türbesi Abdülhamit tarafından yenilenir. 19. Yüzyılın sonlarında Kuş Ada'lı İbrahim Efendi mensupları arasında Büyük Aziz diye anılan Mehmed Tevfik Bosnavi'nin şeyhi Samatya'daki Et Yemez şeyhi Vehbi Efendi idi. 1918'de Tekkenin son şeyhinin Hüseyin Efendi olduğu bilinmektedir.1925’te Tekkelerin kapatılması ile birlikte müştemilat terkedilir. 1950 yılında yukarıda adı geçen binanın yapımı için kamulaştırılır. Haziredeki kabirler yakında bulunan ve şans eseri bugün hala ayakta olan Bayezıd ı Cedid camiine ( Cerrahpaşa’daki ) tasınır. Bugün Aksaray'dan Samatya veya Yedikule'ye giderken ana caddenin sağında görülebilir. Daha önce bahsedildiği üzere Et Yemez tekkesi mensuplarının en enteresan özelliklerinden biri et yememeleridir. Muhtemelen Kalenderi kökenli olan tekke muhipleri Orta Asya veya Harizm bölgesinde Zerdüşt kökenli Maniheist inancın etkisi ile vejeteryan bir seyr i sülük geliştirmişlerdi. Onların et yememezliğinin Hucurat suresinde 12. ayette geçen gıybet ile et yeme arasındaki ilişkinin sembolik anlatımı olduğu ve aslında tarikatta böyle bir sınırlamanın olmadığını ileri sürenler varsa da bu doğru değildir. Et Yemezler tekkesi mensupları gerçekten vejeteryandır. Anadolu'da Et Yemez tekkeleri oldukça yaygındır. Öyle ki Et Yemez tekkelerinin olduğu bazı köyler Peynir Yemezler diye de bilinmektedir. Bunlara en iyi örneklerden sadece biri Yozgat Sarıkaya'da bulunan Et Yemez tekkesinin olduğu Peynir Yemezler köyüdür. Bu köy hala mevcuttur. Sufiler arasında et yemeyen bir grubun olduğu bilinmektedir. Sufi çevrelerde '' et yiyen kırk gün kötüleşir'' deyimi yaygındır. 1792 tarihli bir risalede Samatya’daki tekke '' Tok Doyum Et Yemez tekkesi'' diye geçer ki bu ibare onların vejeteryanlığına telmihtir. 19. yüzyıl şairlerinden Yenişehirli Avni, Murat’ı Cunun adlı eserinde bu bağlamda tekkeden bahseder. Meşhur Kalenderi şeyhi Otman Baba'nın Balkanlarda Et Yemez müritleriyle çok yakın ilişkisi vardı. Otman Baba Vilayetnamesinde onlardan et yemeyen dervişler olarak bahsedilir. Otman Baba Deli Cüda ve Ata isminde iki Et Yemez dervişi ile tanışıktır. Balkanlarda Zagra ve Kızıl Ağaç Yenice'de Et Yemez tekkeleri mevcuttu. Ankara'da Tabanlı kazasında, Yozgat Boğazlıyan'da, Kastamonu'da, Kütahya'da, Sivas'da (Et Yemez köyü), Samsun Bafra ve Terme'de, Tekirdağ'da (Nebizade mahallesinde), Kayseri İncesu'da oldukça yaygındılar. Ayrıca Et Yemez şeyhlerinin türbelerinin olduğu mekanlarda iduk adı verilen kansız kurban geleneği aynı inancın bir uzantısıdır. Tabii işin ilginç yanlarından bir başkası tekkemizin bulunduğu bölgenin Kasap İlyas mahallesi sürecine dönüşümüdür. 1495'de semte Kasap İlyas Camii yapılır. Adeta tekke müritlerine inat olsun diye yapılan Kasap İlyas camii 1894 yangınında ciddi bir hasara uğrar. Ordunun kasap başı olan Kasap İlyas İstanbul'un fethine iştirak etmiştir. Caminin Vakfiyesi 1495 yılına aittir. Cami dışında külliyeden günümüz kalan bir şey yoktur. Bugünkü yapı üçüncüdür. Abdülhamit döneminde bina eldeki malzeme ile yeniden yapılmıştır.1977 Yılında bu ikinci yapı yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Kasap İlyas Camii Yukarıda anlatmaya çalıştığımız tekkenin dışında bölgede Abacızade mescidi, Davut pasa iskelesi mescidi, Hobyar mescidi gibi pek çok cami veya kültürel miras mevuttu. Fakat artık yok. Restorasyonu üzerine konuşmayı bir yana bırakırsak, Kadem i Şerif tekkesi adeta yeniden inşa edilen bir bina gibi bölgedeki geçmişten bir anıdır. Bu tekke restorasyondan önce otantik ortamla daha uyumluydu. Yıkılır gibiydi ama canlıydı. Yakınında sıkışmış bir durumda kalan Bayezid-i Cedid camii de son örnektir. Arkada Cerrahpasa hastanesi binası ağır bir kütle gibi oturmaktadır. Denize doğru paralel giden birkaç sur kalıntısı belki biraz bizleri havaya sokabilir. Fakat genelde Samatya ve Cerrahpaşa’daki yapılanma üst üste heyecansız bir yığın çirkin binadan oluşmaktadır. Eski fotoğraflar ve arkeolojik raporlar olmasa bölgenin eskiden beri böyle olduğu düşünülebilir. En azından semtte yeni doğanlar için ruh hali böyle bir sey olmalı. Fakat buna rağmen hikayesi çok olan bir mahalle burası. Eski fotolar, anılar ve tarih çalışmaları ile yeniden gözümüzde canlandırabiliriz. İstanbul’un olmazsa olmaz, gezilmezse hiç olmaz semtlerinden biri hala. Kadem-i Şerif Tekkesi – restorasyon öncesi Kadem-i Şerif Tekkesi restorasyon sonrası  

Devamını Oku

By moisgabay

İstanbul’da bir Sokak ve Türk Dostu Bir Papa’nın Hikayesi…

Bugün sizlerle Beyoğlu ve Noel turlarımızda fırsat buldukça andığımız Harbiye Cumhuriyet Caddesi paralelinde Notre Dame de Sion Lisesi’nin arka cephesine düşen ve adının 2004 yılında Mustafa Sarıgül tarafından Ölçek sokak yerine “Papa Roncalli” ismiyle değiştirilen bir sokağın isminin kimden geldiğini konuşacağız. Yaşadığımız şehir öylesine ilginç hikayelerle kavrulmuştur ki, bunları ancak şehrin karmaşasından uzaklaşıp ara sokaklara girdiğimizde keşfedebiliriz. Harbiye’den Surp Agop Kliniği’ni ve hatırlayanlar için bir zamanların Şan Sineması’nın da önünden Dolapdere yönüne indiğimizde solumuzda bizi İstanbul’un en önemli apartmanlarından biri, Mimar Konstantin Pappa’nın eseri Arif Paşa Apartmanı karşılar. Arif Paşa Apartmanını geçip sağa döndüğümüzde Papa Roncalli sokağa saparız. Peki kimdir Papa Roncalli ? Celal Bayar’ı ipten kurtardığı doğru mudur? Ayinleri neden Türkçe yapmıştır? Papa olma yolunda 10 yıl yaşadığı İstanbul ve Türk halkı üzerinde izlenimleri nelerdir? Gelin İstanbul Tükenmeden bir sokağın hikayesinde 1950’lerin Türkiye’sine uzanalım… Zaman zaman “Türk papa” olarak adlandırılan Angelo Giuseppe Roncalli 1958-1963 yılları arasında papalık makamında bulunmuştur. Türkiye-Vatikan ilişkileri açısından önemli bir  kişiliktir.  Zira papa  olmadan  önce,  1935’ten  1944’e  kadar  Papalık  Temsilcisi  olarak İstanbul’da görev yapmıştır. Katolik ibadetlerinde ilk kez Türkçe kullanılması, Türk siyasetçi ve bürokratları ile kurduğu ilişkiler, Avrupa’dan Nazilerden kaçan birçok yahudiye yardım etmesi onun Türkiye’deki günlerindeki önemli faaliyetleri arasındadır. Roncalli’nin Doğu tecrübesi onun papalık dönemine de etkide bulunmuş bir arka planı oluşturmaktadır. Angelo Roncalli Papalık Türkiye ve Yunanistan temsilcisi olarak görevlendirildiğini Roma’da, 17 Kasım 1934’te öğrenmiştir. Hiyerarşi gereği, daha sonra XII. Pius adıyla papalık makamına oturacak olan Devlet Sekreteri Eugenio Pacelli’ye bağlı olarak çalışacaktır.7Monsenyör Roncalli  5 Ocak 1935 Cumartesi günü Haydarpaşa Garı’na iner. Kendisini, Istanbul’da sekterliğini yapacak olan Milanolu Angelo Dell’Acqua karşılar.  Ilk iş olarak polis karakoluna gidip Türkiye’ye gelişi ile ilgili bilgi verir.9Gelir gelmez beklenmedik biçimde zamanın Istanbul Valisi Muhiddin Ustündağ tarafından davet edilir. Ustündağ, Roncalli’nin Türkiye’de tanıştığı ilk devlet yetkilisidir. Aralarında sıcak bir sohbet geçer. Ikametgahı Şişli’deki Olçek Sokak’tır. Bu sokağa yıllar sonra kendisinin ismi verilecektir. Türkiye’deki zamanının çoğunluğunu Olçek Sokak’taki bu mekânda geçirecektir. Kaldığı binanın ve buradaki şapelin durumu kötüdür. Zaman içerisinde şapeli elden geçirip, kütüphane ve arşivi tekrar düzenler. Ortodoks Kilisesi, Yunanistan, Türkiye, II. Dünya Savaşı, Türkiye’deki Katolikler.. Bunlar arasında Roncalli’yi Istanbul’da zor bir görev beklemektedir. Ustelik selefi, yani bir önceki Papalık temsilcisi Margotti’den hiç de iyi bir miras devralmamıştır. Herşeyden önce Roncalli’nin Türkiye’deki görevi “gayrı resmi”dir. Zira o zamanlar Türkiye ile Vatikan arasında diplomatik bir ilişki yoktur. Iki ülkenin birbirini tanıması ve diplomatik ilişki kurması Roncalli papa olunca gerçekleşecektir. Bunun dışında Kıyafet Kanunu ve Tevhid-i Tedrisat gibi düzenlemeler Müslümanlar yanında Türkiye Katoliklerinin, dolayısıyla Roncalli’nin de doğrudan etkilendiği gelişmelerdir. Dini kisvelerin giyilmesini yasaklayan düzenleme Roncalli’nin Türkiye’ye gelir gelmez karşılaştığı ilk sorun olur.Günlüklerine bu konuda “herkes için büyük bir sınav. Umarım bununla kalır” diye yazmıştır.Fakat bunu büyük bir mesele olarak görmez. Rahipliğin kıyafetle olmadığını ifade eder, hatta sivil kıyafetlerle resimler çektirir. Diğer önemli bir sorun ise Hıristiyan okullarıdır. Tevhid-i Tedrisat sonrası ders programlarına tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, Türkçe dersleri eklenmiştir. Kanun 1924’te çıkmış olsa da etkileri hala devam etmektedir. Azınlık okullarında okutulan kitaplardan aziz resimleri çıkarılır; okul binalarındaki haçların indirilmesi istenir. Dini sembollerin yalnızca okul kiliselerinde bulundurulmasına izin verilir. Din esaslarına dayalı eğitim ve din propagandası yapma yasaklarına uymayan yabancı okullar ise derhal kapatılmaktadır. Bunlar arasında Merzifon ve Kayseri’deki Amerikan okulları, Izmir’deki Fransız okulu ve diğer bazı Katolik okulları da vardır. Vatikan, Roncalli’yi direnmesi için zorlar, fakat “gayrı resmi” temsilcinin yapabilecek fazla bir şeyi yoktur. Ozetle Roncalli Türkiye’de, bir yandan Ortodoks bir yandan genç Türkiye’nin zor şartlarında bir görev süreci geçirmiştir. Roncalli Türkçeye oldukça ilgili duymuş ve Türkçe öğrenmeye gayret etmiştir.16 1936 yılında onun teşviki ile Türkiye’deki Katolik kiliselerindeki ayinlere Türkçe ifadeler girmeye başlar. Bunu ilk kez kendisi yapmıştır. “Tanrı mübarek olsun” ayinde telaffuz ettiği ilk Türkçe cümledir. Bu ifadeyi Türkiye’deki ayinlerinde daha sonra sürekli kullanır.18 Tıpkı kıyafet konusunda olduğu gibi ayin için de kalıplardan ziyade içeriğin önemli olduğu düşüncesindedir. Fakat anlaşılan Roncalli’nin bu bakış açısına Katolik cemaati pek hazır değildir. Yukarıdaki Türkçe cümleyi telaffuz ettiğinde bazıları kiliseyi terk eder. Fakat o memnundur. Takip eden günlerde pek çok Avrupalı sefirin masasında Türkçe Kutsal Kitap gördüğünü söyler. Istanbul’da ikamet etse de, polis merkezinden izin alarak sıkça Ankara’ya gitmektedir. Türk yetkililer ve Ankara’daki yabancı diplomatlar arasında gittikçe tanınan ve sevilen bir isim haline gelir. Ingiltere, Amerika, Almanya, Belçika, Polonya ve Italya büyükelçileriyle iletişim kurar. Hatta bazı biyografları onun Ankara’daki diplomasisinde Incil’den ziyade Machiavelli’yi referans aldığı yorumunu yapmaktadır. Roncalli  Istanbul’a hayran kalır. Şehirde adeta bir müzede gibi hisseder kendisini. “Büyük Sinan” diye bahsettiği Mimar Sinan’ın eserlerinden övgüyle söz eder.Ilk Hıristiyan konsillerin gerçekleştiği bu topraklar aynı zamanda onun teolojik dünyası açısından da farklı bir tecrübedir. Bazı biyograflarına göre “burada Roma dar görüşlülüğünden kurtulmuştur”.Bunun, onun pastoral anlayışı ve konsilciliğinde önemli bir etkisi olduğu düşünülebilir. Fakat Istanbul ve Türkiye ile sadece Hıristiyan mirası bakımından ilgili değildir. Osmanlı sultanlarının hayatları ve eserlerinden son derece etkilenmiştir. II. Abdülhamid gibi son dönem sultanları ile ilgili bazı hatıraları o günleri bizzat yaşamış kişilerden dinlemiştir. Hatta hanedan üyelerinin yurtdışına çıkarıldıktan sonra düştükleri zor durumlardan haberdardır. Sultan Abdülmecid’in sadrazamlarından Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın torunu Refika Edhem Dirvana ile tanışmış, sohbet etmiştir. Refika Edhem’den “çok iyi eğitimli bir hanımefendi” diye bahseder. Roncalli  insani  yardım  konusunda  son  derece  hassastır.  Kendi  özel  hayatında  da fakirlere  yardım  etmeyi  görev  bilir.  Günlüklerinden  “Sotto  il  Monte’deki  fakirler  için”, “Carvico’daki fakirler için...” şeklinde planlamalar yaptığı ve kendi bütçesinden oradaki insanlara yardım gönderdiği anlaşılmaktadır.2. Dünya Savaşı zamanında Yunanistan’daki açlık ve sefalet için de çok çaba sarfeder. Fakat bu çabalar çoğunlukla Vatikan bürokrasisi veya savaş siyaseti arasında kaybolur. Ayrıca bir din adamı olarak savaşın kötülüğünü anlatmak ve barış için dua etmek gibi bir misyon görmüştür kendisinde. Savaş ve kötülüklerini anlatırken şöyle yazar ruhsal günlüğüne: “Kötülük mü? Hangi kötülük? Kötülük biziz. Olan kötülüklerden biz sorumluyuz”. Roncalli’nin  savaş  dönemindeki  bu  tecrübelerinin  II.  Vatikan  Konsili metinlerinden Lumen Gentium’a önemli bir etkisi olduğunu düşünülür.Istanbul’da barış için düzenlediği bir etkinliği Cumhuriyet gazetesi o dönem şöyle haber yapmıştır: “Dün sabah saat 10 da Harbiyede Saint-Esprit kilisesinde; Papanın Türkiye mümessili Monsinyor Roncalli’nin riyasetinde bir sulh duası yapılmıştır. Bu âyini ruhaniye Ermeni katolikleri  başpapazı  Kireçyan,  Rum  katolikleri  reisi  ruhanisi  Varuhas,  Rumen,  Macar, Italyan, Alman konsolosları ile şehrimizdeki katoliklerden büyük bir grup iştirak etmişlerdir. Monsinyor Roncalli bir nutuk söylemiş ve merasimi Ermeni cemaati reisi Kireçyan idare etmiştir. Şehrimız kiliselerinden seçilmiş bir koro heyeti tarafından şarkılar okunmuştur. Merasim öğleden sonra 16,30 da tekrar edilmiş ve gece de Papanın Vatikan radyosunda okuduğu  mesaj  dinlenmiştir.  Bu  merasim  şehrimizin  bütün  Katolik  kiliselerinde  de yapılmıştır. Holokost dönemindeki Faaliyetleri Roncalli’nin savaş yıllarındaki en önemli icraatlarından biri de soykırımdan kaçan Yahudilere yaptığı yardımlardır. Öyle ki, Reisman “Türkiye’nin geçiş izni vermesiyle kurtulan Yahudilerin öyküsü, Monsenyör Angelo Roncalli’den söz etmeden geçiştirilemez” der.   Ilk olarak Polonya’dan kaçan Yahudilere Filistin’e gidebilmeleri için yardım etmiştir. Bunlar arasında Slovakya’dan gelenler de vardır. Savaşta tarafsız olan Türkiye’nin soykırımdan kaçan Yahudilere açıkça yardımcı olması tarafsızlığa gölge düşürecektir. Dolayısıyla Roncalli’nin ancak Türk yetkililerin desteğiyle bu yardımları gerçekleştirebildiği söylenebilir. Kaldı ki Menemencioğlu gibi önemli hariciyeciler sadece Roncalli aracılığıyla değil başka temaslar neticesinde de pek çok Yahudi’nin hayatını kurtarmıştır. Roncalli özellikle 1943 yılında o dönem aktif bir şekilde çalışan Yahudi Ajansı’nın Istanbul’daki sorumlusu Haim Barlas’la iş birliği yapar. Barlas Roncalli’ye Vatikan’ın, radyosunu da kullanarak Yahudiler konusunda daha açık bir tepki göstermesi konusunda Curia’yı teşvik etmeye ikna ettiyse de Vatikan yönetimi buna hiç sıcak bakmamıştır.74Roncalli’nin bu konuda ayrıca Yahudi Ajansı’nın finans işleri sorumlusu Eliezer Kaplan ve zamanın Yahudi Hahambaşı Markus ile de görüşmeleri olmuştur.  Şubat 1944’te ise Kudüs Başhahamı Isaac Herzog’la görüşür. Konu Romanyalı 55.000 yahudinin kaderidir. Yine aynı yıl Amerika’da Başkan Roosevelt tarafından kurulan Savaş Mültecileri Kurulu (WarRefugee Board)’nun Istanbul’daki görevlisi Ira Hirshman ile bir görüşme yapar. Konu yine savaştan kaçan Yahudilerdir. Roncalli, Vatikan’ın Romanya ve Macaristan’daki diplomatlarıyla ilişki kurup Yahudi Ajansı’nın verdiği Mülteci Sertifikası almalarını sağlamış ve bunların Filistin’e geçmelerine yardımcı olmuştur. Hatta bu sertifikaya ek olarak kendisinin sahte vaftiz belgeleri düzenlediği filmlere de konu olmuş bir efsanedir. Savaş zamanında Yahudilere yardım eden Roncalli savaş sonrasında Israil Devleti’nin kurulmasını da desteklemiş midir? Bu konuda açık bir desteğine rastlanmaz. Hatta böyle bir fikre soğuk baktığı bile söylenebilir. Zira bazı meslektaşlarının endişe ve şüphelerine katılarak, 4  Eylül  1943’te  Devlet  Sekreterliği’ne  yazdığı  mektupta  savaştan  kaçanların Filistin’de toplanmasının, burada bir Yahudi devleti kuracağına dair şüphe uyandırdığını ifade etmiştir. Bununla birlikte o, savaştan kaçan Yahudilere gerçekten bütün samimiyetiyle yardım etmiştir. Bu konuda yardımını gördüğü isimlerden biri de Alman Büyükelçi Von Papen’dir. Fakat 2 Ağustos 1944’te Türkiye Almanya ile diplomatik ilişkisini keser, VonPapen ve ailesi Türkiye’den ayrılmak zorunda kalır. Von Papen, Yahudileri kurtarma konusunda Roncalli’ye olan desteğinin karşılığını daha sonra görecektir. Roncalli’nin Fransa’da Papalık elçisi olarak görev yaptığı sırada Nürnberg’teki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne yazdığı bir mektup Von Papen’in hayatını kurtaracaktır. Türk Siyasetçileriyle İlişkileri Roncalli Türkiye’ye gelişinden itibaren doğal olarak bazı siyasetçi ve bürokratlarla iletişim içerisinde olmuştur. Hatta bunlar arasında bazıları ile özel bir dostluk kurmuştur. Bu isimlerden en önemlisi herhalde Numan Menemencioğlu’dur. Tanışmaları 1937 yılının Ocak ayındadır.Bu ikili daha sonra Fransa’da da birlikte çalışacaktır. Menemencioğlu hayatını yazsaydı muhtemelen Roncalli ile ilgili önemli bilgiler verecekti. Ama ondan yapılan bazı aktarmalar, Roncalli’nin bazı hususlardaki tavrı ile alakalı bize ipuçları vermektedir. Orneğin Menemencioğlu Roncalli ile birlikte Adnan Saygun’un bestelediği Yunus Emre Oratoriosu’nu dinler. Eserden çok etkilenen ve heyecanlanan Roncalli konser çıkışında Menemencioğlu’na şöyle der: “ne tuhaf. Içten geldiği zaman bütün sanat eserleri Tanrı’yı aynı dille övüyorlar. Bu eserin güzelliğini bir Müslüman kadar bir Katolik de neden anlamasın? Türkiye henüz Vatikan’ı resmen tanımıyorken, 1955’te Başbakan Adnan Menderes Papa XII. Pius’u ziyaret eder. 1958’de Pius’un  yerine  Roncalli  papa  seçildiğinde ise dönemin dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu bir Türk dostunu papalık makamında görmenin mutluluk verici olduğunu açıklar. Ertesi yıl Cumhurbaşkanı Celal Bayar Roncalli’yi makamında ziyaret eder. 27 Mayıs darbesi sonrasındaki sıkıyönetim döneminde de Türkiye’deki Roncalli sempatisi devam eder. 1960’da Katolik cemaati tarafından, Roncalli’nin Istanbul’da iken ikamet ettiği Olçek Sokak’taki binaya onun anısına bir plaket yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Ancak sıkıyönetim nedeniyle her türlü toplantı ve tören yasaklandığından Lardone o zaman Istanbul Valisi olan General Refik Tulga’dan törenle ilgili izin istemeye gittiğinde Tulga sadece izin vermekle kalmaz, törene bizzat katılıp açılışı yapar ve Roncalli’nin“tarihteki ilk Türk papa” olduğunu söyler. 1963 yılında ölmeden önce Roncalli’yi bir Türk yetkilisi daha ziyaret eder. Bu kişi dönemin dış işleri bakanı Feridun Cemal Erkin’dir. Roncalli’nin oturduğu, bugün Papalık Büyükelçiliği olarak hizmet veren binanın yer aldığı Olçek Sokak’ın adı Mustafa Sarıgül başkanlığındaki Şişli Belediye Meclisinin aldığı kararla “Papa Roncalli Sokağı” olarak değiştirilmiştir. Angelo Giuseppe Roncalli Katolik Kilisesinde belli bir kariyer düzeyine gelmesinin ardından –bazılarına göre Roma’da uzak tutulmak için- önce Bulgaristan sonra da hem Türkiye hem de Yunanistan papalık elçiliği göreviyle Istanbul’a gönderilmiştir. Istanbul’da geçirdiği yaklaşık on yıllık dönem şüphesiz onun tecrübe dünyasına önemli katkılar sağlamıştır. 1935-1944 yılları arasını kapsayan bu dönem hem Türkiye hem de tüm dünya için zorlu bir devredir. Bununla birlikte o, din adamından ziyade bir diplomat gibi çalışmış ve iyi insani ilişkileri sayesinde başarılı bir görev dönemi geçirmiştir. Türkiye’deki Katolik kiliselerinde ayinde ilk defa Türkçe kullanılmaya başlanması onun dönemindedir. Yine Numan Menemencioğlu başta olmak üzere önemli Türk bürokratları ve siyasetçileriyle iyi ilişkiler kurması, papalığı döneminde Türkiye ile Vatikan’ın diplomatik ilişki kurmasının temelini oluşturmuştur denebilir. Diğer yandan, Avrupa’dan kaçan Yahudilere yardımcı olması onu Yahudilerce de istisna bir kişi olarak görülmesini sağlamıştır. Türkiye’deki görevi esnasında sadece Istanbul’da kalmamış birçok Anadolu şehrini, hatta Ortadoğunun muhtelif yerlerini ziyaret etmiş ve farklı kültür ve inançtan birçok çevre ile temasta bulunmuştur.  Onun bu Doğu tecrübesinin papalık dönemine de yansıdığı; ibadet dilinde serbestlik ve diğer dinlerle ilişkiler başta olmak üzere II. Vatikan Konsili’nin getirdiği birçok değişimde bu tecrübenin önemli bir etkisi bulunduğunu iddia etmek abartı olmaz. Papa Roncalli’nin İstanbul yıllarından kadim dostu Celal Bayar’ın 1960 ihtilali sonrası Yassıada yargılamaları sonrası idama gideceğini öğrenmesi, kardinallerini İstanbul’a gönderip devlet yetkililerinden idamı durdurma talebini de getirecektir. Papa Bayar’ı tanıdığını ve iyi bir insan olduğunu belirtip, Türk makamlarından kararlarını bir kez daha gözden geçirmelerini tavsiye edecek ve bu vesile ile de yaş haddinden Bayar idamdan dönecektir.

Devamını Oku

By moisgabay

Mois Gabay Kafa Radyo Instagram Sohbetleri’nde Oğuz Otay’ın konuğu oldu.

Geçtiğimiz çarşamba akşamı Kafa Radyo instagram sohbetlerinde Oğuz Otay’ın konuğu olan profesyonel tur rehberi Mois Gabay’ın, programı izleyememiş misafirlerimiz için sohbetinin bir özetini aşağıda sunuyoruz. Keyifli okumalar dileriz. İstanbul Kentinin kültürel ve turistik önemi İstanbul bizleri her daim şaşırtan, gezip keşfetmeye doyamadığımız, tarihi 8500 yıl kadar geriye gidebilen, üç imparatorluğa başkentlik edip, her dönemde farklı güçler tarafından hoyratça yakılıp yıkılsa da küllerinden doğan bir hazine. Bizler insanların kentleri inşa ettiğini düşünürüz. Halbuki gözden kaçırdığımız noktalardan biri de kentlerin de bizleri inşa ettiğidir. İstanbul benim adımla, ailemle, geçmişimle yakından ilgilidir. Kaybolmakta olan mozaiğin parçalarından biri olarak İstanbul bana çok kültürlülüğü, zıtlıkların uyum içerisindeki birlikteliğini anımsatır. Bu tıpkı Hamursuz ekmeğinin, paskalya çöreğinin ve Ramazan pidesinin yan yana satılabilmesi gibidir. Bu şehrin turistik önemi de tarih boyunca bir yandan fiziki güzelliklerini bir arada barındırıp, dünyaya örnek olacak bir şekilde çan ezan ve hazanın birlikteliğidir. Bugün maalesef, bizler bu şehri tüketirken kendimizin de tükendiğini fark edemiyoruz. İstanbul adı nereden geliyor? İstanbul’un tarih boyunca kullanılan isimleri ve hikayeleri ile ilgili farklı rivayet mevcuttur. Megaralı Kral Byzas’ın efsanesi, gerçeğe en yakın ve tarihçiler tarafından da kabul gören hikayedir. Aynı zamanda en çok bilinen efsanedir. Kral Byzas’ın, Yunan Mitolojisi’nin en önemli karakterlerinden olan, Denizler Tanrısı Poseidon’un oğlu olduğu da anlatılır. Kral Byzas ile ilgili bilgileri ise bir başka yazıda ele alacağım. Efsaneye göre Yunanistan’ın Megara kent devletinde yaşayan Kral Byzas, çeşitli nedenlerden Yunan yarımadasını terk etmek zorunda kalır ya da kendisine yeni bir koloni kurması görevi verilir. Yeni şehrini nereye kurmasını gerektiğini Delfi (Delphi) tapınağının kahinine sorar. Kahinden aldığı cevap:” Körler ülkesinin karşısına” olur.  Megaralı Byzas, halkıyla birlikte İstanbul Boğazı‘nı geçerek Khalkedon’a yani bugünkü adı ile Kadıköy’e (ya da doğru tabirle Kadıköyü’ne) kadar gelir. Burada Sarayburnu’nun mükemmel konumunu fark eder. 3 tarafı sularla çevrili bu yarımada kusursuz bir doğal korunma alanına sahiptir. Üstelik su havzası nedeniyle tarıma ve balıkçılığa da uygun olduğu bellidir. Bunun üzerine “Kahin’in bahsettiği körler ülkesi burası olmalı” der. “Bu kadar iyi bir konum varken buraya şehir kuranlar ancak kör olabilirler” diyerek Sarayburnu’na geçer ve Dünyanın en eski kentlerinden birinin temellerini atar. Kent, 330 yılında Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan edilince Latince ''Yeni Roma'' anlamına gelen ''Nova Roma'' adı konuldu, ama bu isim çok benimsenmedi. 337 yılında İmparator I. Konstantin'in ölümüyle kentin adı onun şerefine ''Konstantin'in kenti'' anlamına gelen ''Konstantinopolis''e çevrildi. Konstantinopolis, Bizans İmparatorluğu boyunca kentin resmi adı olarak kaldı. Osmanlı İmparatorluğu 1004 yıl ''Byzantion'', 1116 yıl da ''Konstantinopolis'' olarak adlandırılan şehri fethettikten sonra isim kavgasına girmedi. Konstantinopolis’in Arapça’sı Konstantiniyye ve mutluluk şehri anlamında Dersaadet halk arasında sık kullanılan isim olmuştur. İstanbul kelimesinin de kökeni Rumca olan Stan Polis kelimelerinden yani “Şehre gidiyorum”dan almıştır. Bunun kökeni de şehre gidenlerin yerle halka bu soruyu sormasından geldiği rivayet edilir. Benim için önemli İstanbul semtleri Hepimizin İstanbul’u, bu şehre olan bağlılığı doğup büyüdüğümüz ilk anılarımızı paylaştığımız semte göre değişir. Benim İstanbul’um doğup büyüdüğüm Pera- Galata ve Beyoğlu’dur. Doğma büyüme Beyoğlu çocuğu olduğumu gururla söylerim. Bu bir yandan da 500 yıllık İstanbullu olmakla yakından ilgilidir. Galata dediğimiz bir zamanların Ceneviz kolonisi tarih boyunca elliyi aşkın milletin bir arada yaşadığı ayrıcalıklı bir bölgeydi. Beyoğlu ise modern cumhuriyetin en önemli simgelerinden biri. Bugün her ne kadar çoğu İstanbullu bu güzelim semte gelmekte imtina etse de çocuk yaşlarda Taksim Cumhuriyet Anıtı önünde anne babanızla bir fotoğraf çektirmenin, Beyoğlu’nda tarihi binaların, pasajların arasında bir gezinti yapmanın keyfini ne tutabilir? Tabii ki tarihi yarımada, Haliç ve boğaz köylerimizi de unutmayalım. Hikayesi olan, bağ kurabildiğimiz bizler için önemli. Hasköy- Balat, Kuzguncuk – Ortaköy, Şişli – Tatavla, Sultanahmet, Kadırga Kumkapı, Yedikule- Samatya ve tabii ki dünyanın en güzel çarşısını barındıran Kadıköy- Yel değirmeni ve Moda. Bu semtleri çocuklarımıza tanıtmadan onların şehirle bağ kurmasını beklemeyelim. Keşke çocukluğumun Büyükada’sını da bu semtlerde sayabilseydim. Her şeye rağmen Prens adalarımızı da listeye ekleyelim. İstanbul Nasıl Gezilmeli İstanbul’u gezebilmek her an her yaş ve her dönem yaşanması gereken bir tutku bana kalırsa. Kültür turlarına yatkın ve İstanbul aşığı bir İstanbullu olarak bu şehirle arasında bağ kurabilmiş, yaşadıklarını hikayeleri ve duyguları ile size aktarabilecek her profesyonel tur rehberi meslektaşımı şehri keşfetmek için tercih edebilirsiniz. Bir semti gezmek o semtin dününü ve bugününü karşılaştırıp, sadece yaşanan mutlu olayları değil tarihsel olguları ile nedenleriyle inceleyebildiğinizde anlam kazanır. 6-7 Eylül 1955’i öğrenmeden Beyoğlu’nu, Tatavla’yı öğrenebilmek mümkün müdür? Peki ya Kuzguncukluların İliya’nın Bostanı için verdikleri mücadeleyi anlamadan bu semti süpermarket zincirlerinin neden dolduramadığını anlayabilir miyiz? İstanbul’u karadan, denizden doya doya her noktasını hazmederek gezdikçe sizler de betonlaşan İstanbul’un ardında gizli kalmış şehri keşfedebilirsiniz. İstanbul’un en önemli 10 eseri Ayasofya Galata Kulesi Altınkapı ve Studiosus Manastırı kalıntıları Tarihi sarnıçlarımız Topkapı Sarayı Süleymaniye Camii ve Mimar Sinan eserleri Kapalıçarşı Kız Kulesi Demir Kilise Rumeli Hisarı Büyükada Rum Yetimhanesi Kültürel Mozaik nedir ? Farklılıklarımızla bir arada olabilme becerisidir. Yaşamımızdaki farklı renkleri kabul etmek ve varlığından mutluluk duyabilmektir. Tek renkte bir dünya olsa, deniz toprak gökyüzü doğada her şey aynı renkte olsa ne kadar sıkıcı olurdu hiç düşündünüz mü ? Kültürel mozaik kaybetmekte olduğumuz en büyük zenginliğimizdir. Türkiye’de önemli turist çekim noktaları İstanbul, Kapadokya, Efes, Pamukkale, Konya ve son yıllarda tabii ki doğunun keşfi ile Göbeklitepe.. Türkiye’de mutlaka görülmesi gereken 10 yer Medeniyetin 0 noktası Göbeklitepe Tanrıların Mekânı Nemrut Konuşan Taşların şehri Mardin Güzel Atlar Diyarı Kapadokya Şifa ve medeniyetin merkezi Pamukkale Güneşin en son battığı yer Gökçeada- İmroz Doğayla Denizin birleştiği nokta Ölüdeniz Peygamberler diyarı Urfa Karlar Altında Kars – Ani Harabeleri Ege’nin incileri İzmir – Efes ve Şirince Gruplar ile alakalı profiller Rehberlik biraz da duygu işidir. Karşınızdaki misafirin o sabah nasıl uyandığını, beklentilerini, ne zaman anlattıklarınıza ilgi gösterip nelerden hoşlanabildiğini iyi tahmin edebilmeniz gereklidir. Marifet kısa zamanda belki de yıllarca unutmayacağı önemli bilgileri özet halinde keyifli hikayeler eşliğinde verebilmektir. Sizin de anlattığınız konuları iyice hazmetmeniz ve bilmediğiniz bir şey olduğunda samimiyetinizle belirtmeniz gereklidir. Rehberlik samimiyet gereken bir meslektir. Siz ne kadar karşı tarafa sıcak ve samimi olup kendinizi verirseniz o derece olumlu tepki alırsınız… Semt isimlerine dair hikayeler Çukurcuma semti ismini Fatih Sultan Mehmet’in ordusu ile o bölgeden bir Cuma günü geçerken namaz vaktinde “gelin şu çukurda Cuma namazını kılalım” demesinden sonra Çukurcuma adının verildiği rivayet edilir. Pera sözcüğü Rumca Peran – suyun öteki tarafı demektir. Taksim ise adını meydanda Cumhuriyet Anıtı’nın arkasında yer alan Maksem ve su deposundan alır. Buradaki maksemden 1730’lu yıllardan itibaren civardaki çeşmelere içme suyu taksim edildiği – paylaştırıldığı için zamanla semte de adını vermiştir. Başımdan geçen ilginç rehber hikayeleri Balatta sokak kavgasına, Zeyrek’te Roman düğününe ve bazen tur yaptığım semtlerde dönem dizilerinin çekimlerine denk gelmemiz … Beyoğlu bir insan olsaydı fiziği, davranışları ile nasıl tarif ederdiniz… Siyah takım elbisesi, fuları ve üstünden hiç düşürmediği pardösüsüyle, hayatın tokadını yemiş, artık yalnız, şaşırabilecek hiçbir şeyi kalmamış, ayağına prangalar bağlı ama her şeye rağmen buradayım diyen bir adam. Biz Beyoğlu’nu daha fazla hırpalamadan özgür bırakmayı başarabilirsek kendimizle de barışmış olacağız.

Devamını Oku

By moisgabay

Git Derdini Marko Paşa’ya Anlat!

Sizlerle bu yazımızda İstanbul Tükenmeden turlarımızda keşfettiğimiz semtlerde bahsettiğimiz, Türkçemizin hazinesine zenginlik katan deyim ve kavramların tarihsel köklerinden söz etmeye çalışacağız. Bu vesileyle bir yandan kimi yanlış anlam yüklenen deyimin öyküsünü öğrenirken, Anadolu’nun zengin sözlü ve yazılı edebiyat hayatına da ışık tutmaya gayret edeceğiz. Kızılcık Şerbeti İçmek Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısı Babüsselam kapısıdır. Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan bu kapının sonradan sağına ve soluna kuleler eklenmiştir. Padişah makamının başlangıcı olarak kabul edilen Babüsselam’dan sonra kimse at üstünde içeri giremez, sadrazam dahil bütün devlet adamlarının yetkileri burada sona ererdi. Babüsselam’ın biri içeri diğeri dışarı açılan iki büyük kapısı arasındaki bölüm “kapı arası” olarak adlandırılırdı. Bu bölümde iki katlı büyük salonlar bulunmakta, suçlu devlet adamları ve sürgünler bu kısımda padişah fermanına kadar hapis tutulmaktaydı. Sultan eğer ölüm fermanı vermiş olsa bile bu karar belki sultan sonradan fikrini değiştirir, canını bağışlar diye genellikle hemen uygulanmaz ve üç gün beklenirdi. Bu geçen sürede hükümlü kişi ecel terleri dökerek son hükmü beklerdi. Üçüncü günün sonunda kapıcı başı elinde kırmızı şerbetle gelirse padişahın ölüm emrinden vazgeçmemiş olduğu anlaşılır ve şahıs idam edilirdi. Kapıcı başı eğer beyaz bir şerbetle gelmiş olursa suçlu padişahın affına uğramış olarak hayata dönerdi. Neticede kızılcık şerbeti ölüm alametiydi. Günümüzde de bu deyim dertlere göğüs germe ve isyan etmemeyi bize hatırlatır. Tabakhane’ye Bok Yetiştirmek Debbağcılık mesleği geçtiğimiz yazımızda Ahi Evran ile tanıttığımız Ahilik ile yakından ilgilidir. Debbağcılık mesleğinin piri Ahi Evran’dır. Tabakhane debbağhaneden gelen bir kelimedir. Debbağ eski dilde deri işleyen kişiye verilen isimdi, bu işin yapıldığı yere de debbağhane denirdi. Günümüze ise bu kelime tabakhane olarak gelmiştir.mYedikule-Samatya turlarımızın başlangıç durağı olan Kazlıçeşme semtimiz de bir zamanlar Zeytinburnu ile birlikte tabakhaneleri ve deri fabrikaları ile meşhurdu. Ham deri, kıllardan, yağ ve et tabakalarından mekanik olarak temizlendikten sonra kimyasal olarak işlendiği sama safhasında, taze köpek dışkısı enzimlere ihtiyaç duyulduğundan, Tabakhanelerin olduğu yerleşim yerlerinde çoluk çocuk ellerinde teneke maşrapalar, köpek dışkısı toplarlar, sama işlemi ancak dumanı tüten taze dışkıdan yapılabildiğinden koşa koşa tabakhanelere yetiştirirlermiş…Günümüzde aceleci insanları tanımlayan “tabakhaneye bok yetiştirmek” sözü de bir zamanlar bu semtimizde ellerinde tezek taşıyan çocukları bize hatırlatır. Daniska Beyoğlu turlarımızda duraklarımızdan biri olan Çiçek Pasajı ile ilgili bir sözcüktür. Çiçek Pasajı, Said Nahum Duhani ile bildiğimiz Naum Tiyatrosu’nun üzerine inşa edilmiş bir binadır. Tiyatro, 1870 yılında yaşanan büyük yangında yok olunca, banker Hristaki Zografos Efendi, İtalyan mimar Cleanthe Zanno’dan bu arsaya bir “iş merkezi” yapmasını istemiştir. Dönemin bütün önemli markalarının dükkân açtığı geçidin ilk adı, Hristaki Pasajıdır. O dönemlerde Pandelis’in çiçekçi dükkânından bir demet gül alan delikanlılar, sevgilileriyle Maison Parret Pastanesi’nde buluşur, akşamları ise Yorgo’nun veya Tiberius’un meyhanesinde efkâr dağıtırlardı. Binanın mülkiyeti 1908’de Sadrazam Küçük Sait Paşa’ya geçince, pasaj Sait Paşa Geçidi adını alır. 1. Dünya Savaşı sırasında pasajdaki dükkânların kapanması ve Mütareke döneminde yerlerini 1917 Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların açtığı çiçek tezgâhlarının almasıyla pasaj Çiçek Pasajı diye anılmaya başlandı. 1930’larda Maison Parret Pastanesi’nin yerinde açılan Degüstasyon Lokantası, binanın içine bakan kapalı kapılarını yazları açıp önüne masalar koydu.mBu uygulamanın rağbet görmesi üzerine, bir zamanlar Vallaury’nin pastanesi iken Mastoraki’nin tuhafiye dükkânı olan yerde Nektar Birahanesi açıldı. Burası uygun fiyatlarıyla kısa sürede popüler olunca yıllar içinde daha önce başka işlere ayrılmış olan dükkânlar meyhaneye dönüşmeye başladı. 1950’lere geldiğimizde bütün dükkanların meyhaneye dönüşmesi ile bu mekanların en kalabalık dönemlerinde uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın birbirinden güzel kızlar buralarda garsonluk yaparlar. Bir süre sonra mekanların müdavimleri alkollerin de etkisiyle bu kızlara hayranlıklarını, iltifatlarını belirtmek için “daniska” kelimesini kullanmaya başlar. “Bir şeyin en alası” anlamında daniska kelimesi de bu şekilde dilimize girer. Selam olsun Çiçek Pasajı’na, Entel Cavit’e, Madam Anahit’e ve tüm Beyoğlu’na gönül verenlere… Git Derdini Marko Paşa’ya Anlat! Marko Apostolidis Rum asıllı Osmanlı hekimi olmakla beraber, Osmanlı’da Paşa unvanı verilen ilk hekimdir. Kendisinden hem mezarının hem de bir dönem yaşadığı evin de bulunduğu Kuzguncuk turlarımızda söz ederiz. Marko Paşa Sultan Abdülaziz’in başhekimi görevinde bulunmuş, ayrıca Kızılay’ın kuruluşunda yer almıştır. Marko Paşa sabırlı olması ile tanınırmış. Hem hastalarının dertlerini uzun uzun dinler hem de onları detaylıca muayene edermiş. Tıbbi yardımın yanında onlara manevi huzur ve rahatlık vermeye de önem verirmiş. II. Abdülhamit döneminde Marko Paşa Meclis-i Ayan üyeliğine getirilip, sabırlı kişiliği sayesinde ahalinin arzuhal ve dilekçelerine bakma görevi de verilince halk arasında o denli ünlenmiş ki “Git derdini Marko Paşa’ya anlat” deyimi ile dilimizde ölümsüzleşmiştir. Bir başka anlatıma göre de Marko Paşa bozuk Türkçesi ile defalarca dert anlatanları tekrar tekrar dinlemesi ve çözüm bulunamamasından dolayı dilimizde çözümü olmayan dertler için bu sözü kullanmak alışkanlık hali almıştır. Goygoycular Muharrem ayının ilk günlerinde toplu halde kapı kapı dolanıp dilenenler için kullanılır. İçlerinden biri ilahi okur, okuduğu ilahinin her mısrasının sonunda diğerlerinin de “goy goy goy canım” demeleri sebebiyle bunlara goygoycu denilirdi. Günümüzde Irak’ta ağırlıklı olmak üzere cami avlularında para karşılığı dua eden, Yasin okuyan hatta hatim indiren kör dilenciler görülür. Bunlara da goygoycu denmektedir. Diş Kirası Osmanlı Döneminde varlıklı aileler Ramazan ayı içerisinde hemen hemen her akşam iftara misafir davet ederlerdi. Teravihe kadar konak sahibi hem misafirlerine hem de bahçe kapısını açık tutarak gelen herkese iftar verirdi. Fatih dönemi sadrazamlarından Mahmut Paşa’nın iftar sofrası ve diş kirası en meşhurlarındandı. Diş kirası, iftar bitiminde konak sahibinin davetlilere o gece gelip sevap etmelerine vesile oldukları için küçük keselerde verdikleri hediyelerdi. Dokuz Doğurmak Çengeloğlu Tahir Mehmed Paşa Çengelköy’e ismini veren kişidir. II. Mahmut ve Abdülmecit dönemi kaptan-ı deryasıdır. 1826 yeniçeri ocağının kaldırılması sonucu paşa sıkı yönetim ilan eder. Akşam ezanı sonrası sokağa çıkma yasağına rağmen, eşinin doğum sancısı nedeniyle ebeyi çağırmaya giden adam kendini karakolda bulur ve falaka yemekten zar zor birlikte yakalandığı 9 adamla birlikte eşinin durumunu belirtince kurtarır. Eve döndüğünde eşi “ben doğuruyordum neredeydin be adam?” deyince dayanamaz ve “Hanım sen bir kere doğurdun, ben dokuz doğurdum!” diye cevap verir. Dingo’nun Ahırı Bu deyim de Beyoğlu- Pera turlarımızla yakından ilgilidir. 1890’lı yıllarda atlı tramvaylar döneminde Azapkapı’dan çıkarılan atlı tramvayların, Fransız Konsolosluğu yakınında bir yerde atları çıkarılıp, buradaki ahırda dinlendirilirlerdi. Taksim’de bu büyük ahırı işleten Rum Bey’in ismi de Dingo idi. Dingo bütün vaktini genelde ahır yerine Beyoğlu meyhanelerinde geçirdiğinden de ahır ilgisiz kalmaktaydı. Bütün gün bir sürü atın girip çıkmasından dolayı “kimin girip çıktığı belli değil” anlamında dilimize “Dingo’nun Ahırı” sözü geçmiştir. Dal Kavuk Kendi çıkarları için başkasının eli eteğini öpen kişiler için kullanılır. Osmanlı döneminde her meslek grubunun bir alameti olan bir kavuk (başlık) kullanılırdı. Sadece işsiz olanlar, ince dal gibi bir başlık takarlardı ki bu onların işsiz olduklarının alameti idi. Osmanlı sosyal dünyasında dalkavuk işsiz güçsüz olanı belirtmekteydi. Osmanlılar için kefeni başında gezer sözü bazı kavuk türlerinin başlıklarının upuzun bir kumaşın çevrilerek üst üste toplanmış olmasındandır. Bu başlık açıldığında kefen olabilecek kadar büyük bir kumaş halini aldığından “her an ölmeye hazır” şeklinde de okunabilirdi. Sizlerle de yaşadığımız bu zor günler geride kaldığında İstanbul Tükenmeden kültür rotalarımızda buluşup, bu ve benzeri birçok hikâye ile yaşadığımız şehirle bağ kurmak dileğiyle… Sağlıkla kalın.

Devamını Oku

By moisgabay

Gnostisizmin Tarihi, İnanç sistemleri, Kabala ve Tasavvufa Etkileri

Atiye ve benzer yapımlarda Gnostisizm’in izleri… İstanbul tükenmeden turlarımızda gerçekleştirdiğimiz Kilise ziyaretlerimizde vurguladığımız noktalardan bir tanesi de Hristiyanlık ile ilgili fikir sahibi olabilmek için Hristiyanlığı etkileyen akımları ve tabii ki de öncesinde Yahudilik tarihini bilmenin gerekliliğini vurgularız. Son dönemlerde Atiye ve benzeri dizilerde de sık sık gündeme getirilen “kendi içindeki bilgiye ulaşma” ve hatta Atiye’de sembollerle konu epey dağıtılsa da “boyut kapıları” kavramları ile açıklanmaya çalışılan gizli bilgiye ulaşma çabası kavramlarının kökenlerini semavi dinlerin öğretilerinde görebiliriz. İşte bu yazımızda sizlerle turlarımızda da ara ara değindiğimiz ve birçok kaynakta da detaylıca anlatılmamış Gnostisizm düşüncesi hakkında notlarımızı paylaşıp, inanç sistemleri üzerine olası etkilerini irdeleyeceğiz. Tarihin belki de en ilginç dönemi İsa’dan önce 1. Yüzyıldan İsa’dan sonra 2. Yüzyıla kadar geçen çağdır diyebiliriz. Roma İmparatorluğu’nun bu altın çağı, etraftaki pek çok uygarlığın Roma etkisi altına girmesi ve bir kültür çatışması ile kültürlerin birleşmesini aynı anda yaşaması sonucunu doğurmuştur. Aynı zamanda da bu uygarlıklar üzerlerinde ortak bir siyasi baskı hissetmişler ve bu baskı ile başa çıkmanın çeşitli yöntemlerini denemişlerdir. Mısır bu dönemde Roma denetimine girmiş, İsrail ve Yahuda Krallıkları Roma tarafından yönetilmeye başlanmış, burada İmparatorluğa karşı direncin artması sonucunda ortaya çıkan isyanlar kanlı bir şekilde bastırılmış ve sonunda İkinci Mabet yıkılmıştır. Yahudiler’e olduğu gibi Hristiyanlara yönelik baskılar ve zulüm de giderek artış göstermiştir. Bunun sonucunda Yahudi ve Hristiyan inançlarında büyük bir konsolidasyonun yaşandığı, bu dinlerin “ortodoksluk- doğru inanç” ekseninde birleştiği ve dinlerin giderek sistemleştiği görülmektedir. Gnostisizm, bir yandan siyasi baskı olarak görülen İmparatorluk sistemine, diğer yandan ise dini baskı olarak görülen Ortodoks din otoritelerine karşı çıkan ve kurtuluşu kişinin içe dönmesinde, Tanrı ile bir olmada arayan bir inanç ve düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Gnostiklere göre özellikle Ortodoks öncesi Hristiyan din teşkilatı,İsa’nın gerçek öğretisini ortadan kaldıran, şehitliği yücelterek insan kurban eden, kurumsallığı ruhsallığın önüne geçiren bir sistemdir. Piskoposlar ve papazlardan oluşan ruhban sınıfı, “kurumuş kanallardan” ibarettir. Gnostikler, Hristiyan toplumunun arasına karışmakla birlikte kendi ritüellerini uygulamışlar ve burada hiyerarşiyi bütünüyle reddetmişlerdir. Gnosis, Yunanca “bilgi” anlamına gelir. Ancak bu “bilgi” öğrenilerek edinilen dışsal bilgi değil,kişinin kendi içinden gelen veya deneyimlenerek anlaşılan bilgidir. Gnostikler “kendini bil” mottosunu düşüncelerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Onlara göre kişinin kendini bilmesi, İlahi olanın bilgisine ulaşmasının yöntemidir. Gnostisizmi, inanç kisvesine bürünmüş bir felsefe akımı veya felsefi kaynaklardan yararlanan bir inanç olarak tarif etmek mümkündür. Her durumda Gnostisizm kişinin kendi içindeki cevheri keşfederek benliğini yüceltmesi ve böylece dünyayı egemenliği altında tuttuğu varsayılan güçlerden özgürleşmesi hedefine yönelen bir düşüncedir. Gnostikler hakkındaki bilgiler,4. Yüzyılda İncil’i oluşturan kitapların standartlaştırılmasının ardından dönemin din adamları tarafından lanetlenerek yok edildiler. Gnostiklerin el yazmalarının orjinalleri tıpkı Kumran Yazıtları’nın keşfine benzer şekilde 1945 yılında Mısır’daki Nec Hammadi Kasabası yakınlarında Muhammed Ali isminde bir bedevi tarafından çölde gübre ararken bir küpün içinde keşfedildi. Üç büyük dinin batın yönünü inceleyen Kabalacılar, Gnostikler ve Tasavvuf erbapları özde birbirine çok yakındırlar.Kimilerine göre Kabala Musevilik içinde,Tasavvuf İslam içinde bir mistik hareket iken, Gnostisizm hem Hristiyanlık içinde bir mistik hareket hem de Hristiyanlığın dışına çıkan çeşitli mistik gruplara işaret etmekte kullanılan bir terimdir. Gnostik inanca göre bilinmeyen mükemmel bir “temel ilk” vardır. Bu temel ilk, Sınırsız Baba diye tanımlanan sevgidir. Gnostiklere göre Tanrı mükemmeldir. Madde ise kötü ve kusurludur. Gnostik düşüncede insan üç unsurdan, ruh beden ve nefs’ten oluşur. Gnostiklere göre beden içerisinde ruh,hapishanedeki bir tutsak gibidir. Ruh asli vatanı olan ilahi aleme geri dönebilmek,oraya yükselebilmek için özlem çekmektedir. Gnostiklere göre ilahi alemin bir parçası olan ruh ölümsüzdür. Marifet veya irfan anlamındaki “gnostisizm” Aziz Paulus’un oluşturduğu Teslisci Hristiyanlığa karşı gelişmiş mistik inanç sistemi ve akımlarının genel adı olarak da adlandırılır. Hz Isa ile anılan “suyun şaraba dönüşme mucizesi” ile sıradan bir insanın, inisiyasyon yolu ile ileri tekamül evresine geçmesini ve Tanrı’nın krallığına kabulü betimlenmektedir. Hz. Isa dünya gerçeklerine gönül gözü kapalı olan geniş kitleleri “ölü” belirli bir eğitim seviyesine gelmiş ve tekâmül merdivenlerinde çıkmakta olan azınlığı ise “yaşayan” olarak nitelendirmiştir. Hz. Isa inisiye ettiği müridlerine şöyle der: “Size cennet krallığının sırlarını anlama imkânı verildi. Oysa onlara verilmedi.” Kabala’nın Gnostisizmle benzerliği şaşırtıcı düzeydedir. Özellikle de aralarında 900 yıla yakın zaman olduğu dikkate alındığında bu benzerlik daha da ilginç bir hal alır. Her iki sistemde de Tanrı ile bütünleşme (Ein- Soph) , ruhsal yükselme, idealara dünyası ve bunun maddi dünyaya kusurlu bir şekilde yansıması gibi ortak noktalar bulunmaktadır. Yine Kabala mitinde de Gnostik mitte olduğu gibi Tanrısal kuvvetin kusurlu olması söz konusudur. Ancak farklı görülebilecek bir nokta, bu kusurun adı telaffuz edilemez Tanrı’dan ayrı bir yaratıcı Tanrı figüründen kaynaklanmamasıdır. Kabala’da yaratılışa yer açmak isteyen Tanrı, kendisini sınırlandırarak bir kasılma (Tzimzum) gerçekleştirir. Bunun sonucunda Adam Kadmon ortaya çıkar. Ancak arketipsel insan olan Adam Kadmon, bu formda var olamaz ve parçalanır. Böylece çeşitli Tanrısal erdemler maddi dünyaya yayılır. Kabalistin amacı,bu yayılmayı ve erdemleri toplayarak Tanrı’yı yeniden bütünlüğe kavuşturmaktır. Buradaki bütünlüğe yeniden kavuşma Gnostisizm’deki zifaf odası kavramını,Adam Kadmon ise Adamas’ı veya Anthropos’u çağrıştırmaktadır. Ancak Kabala’da bütünlüğe kavuşturulması gereken kusurlu Tanrısallık tektir. Tasavvuf’un da Gnostiklerden etkinlendiğini kabul edenler bulunmaktadır. Gnostik metinlerin bazılarının mutasavvıflar tarafından çevrildiği ve kullanıldığı düşünülmektedir. Simurg efsanesini nakleden ve tasavvufun öncülerinden kabul edilen Şehabettin Sühreverdi,kendisini Platonik,Pisagorcu,Hermetik gelenek ile Aristocu,İbni Rüştçü geleneğin ortak varisi ilan etmiş,eserlerinde Gnostisizmi andıran kavramları kullanmıştı. Yine İbnül Arabi ve Hallacı Mansur gibi mutasavvıfların da Gnostisizmden etkilendiği ileri sürülmektedir. Tasavvufta da Gnostisizm de olduğu gibi kurumsal bir kiliseden çok usta-çırak ilişkisine dayanıldığı,kendini bilme ve içsel mistik yolculuk sonucu Tanrı ile birleşme fikrinin bulunduğu görülür. Ancak Tasavvuf düşüncesinde Tanrı’nın anlaşılmazlığı, ilerleyen zaman içinde aklın reddedilmesi ve Tanrısal hakikatin tek iletim yolunun vahiy olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Gnostisizm ise klasik felsefeden bağını koparmamış, Tanrı’nın akıl yoluyla anlaşılmaya çalışılmasının kişinin iç yolculuğunun bir parçası olduğu ve bunun da Tanrısallığa kapı açtığı üzerinde durulmuştur. Gnostikler arasında Şit’çi ve Valentinusçu olarak adlandırılan iki temel grup bulunmaktadır. Gnostik mit, bu gruplar tarafından farklı şekillerde açıklanır ve yorumlanır. Gnostik Ritüelleri Valentinusçu metinlerde beş kutsaldan söz edildiğini görüyoruz. Bunlar vaftiz,yağlama,komünyon,kefaret ve zifaf odasıdır. Vaftiz Gnostikler için giysilerin çıkarılmasını bedenin geride bırakılması şeklinde yorumlamakta,canlı suyu da hakiki Tanrı’nın kendi aksini gördüğü ışıltılı suların, yani Pleroma’nın bir sembolü olarak anlamaktaydı. Yağlama veya meshetme ritüeli, kişinin içinden kötü etkilerin çıkarıldıktan sonra bedenin yine dualar eşliğinde “mühürlenmesi” anlamına gelmekteydi. Burada da yine ritüelin Tanrı ile bir olmayı çağrıştırdığı görülmektedir. Gnostik metinlere göre “insan vaftizle Hristiyan olur. Meshedilmekle ise Hristos yani Mesih olur.” Vaftizin suyu, yağlamanın ise ateşi remzettiğini görürüz. Ortodoks Hristiyanlıkta rahibin kutsadığı ekmek ve şarabın İsa’nın eti ve kanı haline dönüştüğü kabul edilir. Ancak Gnostikler bu düşünceyi insan kurban etme olarak algılardı. Isa’nın gerçekte bedensel olarak çarmıhta acı çekmediğini düşündükleri için,bu tür bir komünyonu kabul etmezlerdi. Bunun yerine komünyon olarak şarap ve suyu karıştırarak içtikleri,böylece can ile ruhun, eril olanla dişil olanın birbirine karışmasını sembolize ettikleri aktarılmaktadır. Kefaret,Gnostisizmin tamamen kendine özgü ritüellerinden ilkidir ve ruhun ölümden sonraki yükselişini anlatır. Buna göre,ölümden sonra ruhu yükselmeye başlayan Gnostik, yöneticiler (Archonlar) tarafından durdurulur ve ona “nereden geliyorsun?” “kimsin?” “nereye gidiyorsun?” gibi sorular yöneltilir. O da yöneticilere “ben sizden daha üstün bir ruhun cevherini içimde taşıyorum, geldiğim yere geri dönüyorum.” Gibi bir cevapla bir üst kata çıkar.7. Gökte yaratıcı Tanrı ile karşılaşır, ona da gizli bir kelime ve işaret vererek geçer, sonunda 8. ve 9. Göklerde kendisi gibi ruhların yanında yerini alır. Gnostik metinlere bakıldığında Zifaf Odası’nın ruhani bir birleşmeyi ifade ettiği, ancak bunun açıkça cinselliği çağrıştıran bir ortamda buna yönelik ifadelerle anlatıldığı görülür. Bu sebeple Gnostikler kimi anlatılarda “ahlak dışı” olmakla da suçlanır. Günümüzde kendisini teknolojik gelişmenin karşısında giderek sanal bir dünyaya hapsolmuş olarak bulan insan, yeni bir yabancılaşma süreci içindedir. Bunun karşısındaki kurtuluş hissini ona yaşatan başlıca etkenler ise başta bilimkurgu ve fantezi dallarındaki edebiyat, sinema ve oyunlardır. İşte bu alanlarda son dönemde ortaya çıkan pek çok eser, doğrudan ve veya dolaylı olarak Gnostik düşünceden, mitostan ve felsefeden etkilenmiştir. Bu eserlerin ortak noktası, kahramanların gerçekte kendilerine dayatılan dünyanın arkasında daha derin bir gerçekliğe uyanmaları ve bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde daha üst bir varoluş aşamasına geçmeleridir. Yapay zekanın yaratılması ve holografik evren inancı gibi bilimkurgunun çok büyük bir yaratıcılıkla kullanabildiği temalar, aynı zamanda gnostisizmden ilham alan yaklaşımların da önünü açmıştır. Gelin bizler de aracılara gerek kalmadan, gnostiklerin yaşadıkları dönemde maruz kaldıkları siyasi ve dini baskılara karşı duruşlarından ilham alalım. Felsefeye ve bilgiye düşkünlükleri bize de örnek teşkil etsin. Tinsel yükselmenin, özgürleşmenin, içe dönmekle ve insanın derinliklerinde gizli olan cevheri bulmakla yaşanabileceğini hatırlayalım. Bu şekilde de benliğimizi yüceltelim.

Devamını Oku

By moisgabay

“Pabucu Dama Atılmak” Sözü Nereden Geliyor?

İstanbul Tükenmeden Kapalıçarşı – Hanlar turumuzda özellikle değindiğimiz ve maalesef üzüntüyle aktardığımız konuların başında gerek çarşıdaki ticaret kültürünün gerekse de çarşı esnafının sonradan gelenlerinin Kapalıçarşı’nın okul özelliğini unutturulduğudur. Nitekim babamla daha küçük yaşlardan gittiğimiz Bedesten’de öğrendiklerim ile günümüz Kapalıçarşı’sının arasında ciddi bir fark var. Çarşının yazısız kurallarından en basitleri çığırtkanlık yapmamak, komşusunun rıskına zarar verebilecek şekilde dükkân önünde müşteri kovalamamak, vitrinde ürünü sergilemeye verilen özen ve tabii ki dürüstlüğü sayabiliriz. Peki Kapalıçarşı kültürünün Osmanlı’dan günümüze kökünü aldığı, Anadolu’da filizlenen “Ahilik” kavramı ve Ahi Evran’ı ne kadar tanıyoruz? Günümüz ticareti ahilik öğretileri üstünden ilerleyebilseydi, bütün dünyaya örnek olacak bir ticari ahlakı evrensel hale getirebilir miydik? Eskiler neden “pabucu dama atılmak” sözcüğünü çok sık kullanırlardı? Gelin sizlerle XIII. Yüzyılın Anadolu’suna Ahi Evran’ın izlerinde bir yolculuğa çıkalım… Ahiliğin izlerinde esnaflık tarihi üzerine notlar… XIII. asır Anadolu’sunda halkın büyük bir çoğunluğunu kucaklayan Ahilik, kendisinden sonra oluşumlarını tamamlayan Alevilik ve Bektaşilik ile aynı kültür çevresine mensuptur. Ahilik, Bektaşilik ve Aleviliği etkilemiş, Ahilerin uyguladıkları merasimler daha sonra Alevi ve Bektaşilerce neredeyse aynı denilecek şekilde benimsenerek takip edilmiştir. Bu durum yol atası ve yol kardeşi edinme, ikrar verme törenlerinde açıkça tezahür eder. Törenler esnasında kullanılan şedd, hırka, taç, boyuna geçirilen ip, süpürge, tuz vb kıyafetler her iki zümrenin müşterek sembol ve yorumlarla besledikleri motiflerdir. Bektaşilik öğretisinde müritler Şeriat Kapısı,Tarikat kapısı,Marifet Kapısı ve de Hakikat kapısı aşamalarından geçilirlerdi. Her kapı 10 basamaktan oluşurdu. Ahiliğin en önemli unsurlarından biri olan “helal kazancın” Şeriat kapısının 10 basamağı içerisinde yer aldığını görürüz. Ahi Evran ve Hacı Bektaş-ı Veli yaşadıkları dönemde ortak bir dini/siyasi düşünüş ve anlayış içinde olmuşlardır. Bektaşilik Ahilik Fütüvvetnameleri’nden faydalanmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli yaşadığı süreçte Bektaşilik adıyla bir tarikat kurmamış, kendisinden sonra bir tarikat biçimini almıştır. Ancak Alevilik gibi sürekli olamamıştır. Alevilik ise Şamanizm başta olmak üzere çoğu eski inanış sistemlerinin hümanist yanını alarak onu Alevilik içinde sentez etmiştir. Doğa-insan-evren esasında doğayı,insanı sevmek, dürüst onurlu olmak, mazlumun ezilenin yanında ve adaletli olmak Aleviliğin temel prensipleridir. “Eline – beline – diline sahip ol!” düsturuna Ahilikte de rastlarız. Ahilik gerek inanç motifleri gerekse de merasim erkan ve adabı ile Aleviliği teşkil edecek zümreleri kesin olarak etkilemiştir. Anadolu Alevileri’nin tarih boyunca en yakın ve dostane ilişkiler kurduğu toplumların başında Ahiler bulunmaktadır. Ahilik ahlak ile sanatın bütünleştiği Türk kurumudur. Batı doktrininin Anadolu’daki önemli kurumlaşması Ahilik örgütü vasıtasıyla hayat bulmuştur. Ahilik küçük esnafın çırak, kalfa ve ustalarının yetiştirilmesini içine alan, mesleklerinin doğruluk, dürüstlük prensiplerine uygun olarak yapmalarını ve eğitim görmelerini hedefleyen bir teşkilattır. Anadolu’da Ahilik teşkilatını kuran Ahi Evren, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlana Celaleddin-i Rumi ile aynı çağın bilge insanı olup, Anadolu’da Debbağların Piri ve sonraları 32 çeşit esnaf ve sanatkarların lideri olarak kabul edilmiştir. İlk tasavvuf öğretisini Ahmet Yasevi’den almıştır. 1171 tarihinde Azerbaycan’da Hoy kasabasında doğmuştur. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat zamanında ilk Ahi birliklerini kurmuştur.  1261 yılında Moğolların Kırşehir’i kuşatması sırasında savaşarak 91 yaşında ölmüştür. Sadece ilahiyat ve tasavvuf ile ilgilenmeyip kendini birçok alanda geliştirmiştir. Toplumun mutluluk ve refahı için bütün sanat kollarının gerekli olduğunu savunmuştur. Fütüvvet Fütütvvet mastar anlamında Arapça bir kelimedir. Cömert, yiğit,delikanlı,gözü pek gibi anlamlara gelen feta kelimesinden türemiş olup ahlaki ve insani üstün meziyetlerden olan kahramanlık, hak ve hukuka riayet etmek,fazilet icaplarını yerine getirmek,güzel huylu ve feragat sahibi olmak,başkalarının yardımına koşmak, bağışlayıcı olmak,Allah yolunda nefsini hakir tutmak gibi anlamlar taşır. Fütüvvetnameler çok eski çağlardan beri erdemli ve bilgin kişilerin toplum düzenini ve güvenini sağlamak için verdikleri öğütlerin, kuralların formüle edilmiş şeklidir. Çobanoğlu Burgazi tarafından yazılmış en eski Türkçe fütüvvetnamede, fütüvvet ehli Yiğit, Ahi ve şeyh olarak üçe ayırır ve aslında üçünün de bir olduğunu belirtir. Yiğitlik yola girmektir, ahilik yol yürümektir, şeyhlik ise menzile varmaktır.  Fütüvvet aslında yaradılış nurunun zuhuru ve o nurun fiil sahasına çıkışıdır. Başlangıçta debbağ,saraç ve kunduracıları kapsayan bir teşkilat olarak ortaya çıkan Ahilik, sonrasında tüm esnafı kapsayan bir sosyal teşkilatlanmaya dönüşmüştür. Dinsizlerin kesinlikle giremediği teşkilatta sonsuz itaat ve ketumiyet esastır. Ahilik yiğit,yamak,çırak,kalfa,usta,nakip,halife,şeyh,şeyh-ül mesayih olmak üzere 3 aşamalı ve 9 dereceli bir inisiasyondan oluşur. Birinci aşama Şeriat Kapısı’nda müride mesleki bilgiler,Kuran bilgisi, okuma ve yazma,Türkçe matematik, fütüvvetname öğretilir. İkinci aşama Tarikat Kapısı’nda mesleki bilgi en üst düzeye ulaştırılırken tasavvuf bilgisi,müzik,arapça,farsça üzerine eğitim yapılır ve ayrıca askeri eğitim de verilirdi. Şeyh mertebesine erişilen Marifet Kapısı’nda müritten Tanrı’ya inanması, benliğini öldürmesi, ululara hizmet etmesi, cehalet karşısında susması istenirdi. Şedd (Önlük/ Peştamal) Kuşanma: Ahiliğe giriş diğer Batıni topluluklarda olduğu gibi bir ritüelle gerçekleşirdi. Ustalık verilecek kalfaya kuşak bağlanır, tüm insanlara sevgi dolu, saygılı olması,doğruluk,ahlak ve yiğitlikten cömertlikten ayrılmaması öğütlenirdi. Ezoterik yönden olgunluk ve yetkinlik anlamında kullanılan Şedd kuşatma töreninde ustalık verilecek kalfanın kendi yaptığı eserini yetişkinliğin ispatı olarak törende bulundurması şarttı. Ahilik şedd töreninde su, terazi, taş, süpürge bulundurulması şartı özenle korunarak taşıdıkları anlamlarla tören ritüeline dahil edilirlerdi. Ahiliğin Ahlak Kaideleri : Ahilikte formal ve informal diyebileceğimiz iki türlü ahlak kaidesi vardır. Formal kaideler : İslami Ahlak anlayışı meydana getirir. Fütüvvet ve teşkilatın tüzüğü olarak kabul edilen fütüvvetnameler. İnformal kaideler : Daha çok mesleki dayanışma ve teşkilat için münasebetleri düzenleyen ahlaki kaideler. Ahi’nin eli, kapısı ve sofrası açık olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere, konuklara yemek yedirmeli ve yardım etmelidir. Gözü,dili, beli bağlı olmalı haramdan sakınmalıdır. Ahi sır saklamasını bilmelidir. Ahi’nin emeğini değerlendireceği bir işi özellikle sanatı olmalıdır. Ahi birkaç iş ve sanatla değil, yeteneklerine en uygun olan bir iş veya sanatla uğraşmalıdır. Başkasının ayıbını görmemek, onu yüzüne vurmamak ve alçak gönüllü olmak da ahiliğin ilkelerindendir. Ahiliğin açık ilkeleri elini açık tutmak, sofranı açık tutmak ve kapını açık tutmak iken kapalı ilkeleri ise gözünü bağlı tutmak, beline sahip olmak, diline sahip olmaktır. Fütüvvet ve Ahi ahlakının dört temel kuralı ise hiçbir zaman çiğnenemez: Kuvvetli ve galip durumdayken affetmek Hiddetliyken yumuşak davranmak Düşmana iyilik etmek Muhtaçken bile başkasına vermek Ahiliğin birinci hedefi meslek sahibi iyi insan yetiştirmektir. İkinci hedefi toplumun farklı kesimleri arasında dengeli ilişkiler kurarak, sosyal adaleti gerçekleştirmektir. Üçüncü hedefi şehrin düzenini sağlamaktı. Pabucu Dama Atılmak! Kaliteye verilen önem ve denetimleme Ahi Evran’ın düzenlemiş olduğu kurallara göre, mesleklerin ve sanatların bölüştürülmesinden, malların üretiminden satışına kadar olan süreçte müşteri memnuniyetinin yanı sıra, meslek erbabı arasındaki rekabeti ve üretici- tüketici arasındaki anlaşmazlıklarını ortadan kaldırmıştır. Ürün verilen standartlara uymaz, kalitesiz veya bozuksa, üstelik de yüksek fiyatla satılmışsa bu durum hemen Ahi Baba’ya haber verilirdi. Ahi Baba’nın talimatıyla Yiğit Başı esnafın dükkanına gider, diğer esnaf ve halkın gözü önünde dükkanı kilitler, dükkan sahibinin sağ ayağındaki pabucu alarak dükkanın damına atar ve bu durum Tellal tarafından da umumi efkara duyurulurdu. Böylece belirli bir süre veya tamamen meslekten ihraç edilerek bu kişiden alışveriş de yasaklanmış olurdu. Ahilikte müşteri memnuniyetine büyük önem verilirdi.

Devamını Oku